Beyazperdedeki Afganistan

Aşkın Yıldız, gündemdeki yerini koruyan Afganistan'ın tarihi ve siyasi gelişmeler bağlamında sinemada nasıl temsil edildiğini inceliyor.

Aşkın Yıldız / HAKSÖZ HABER

Beyazperdedeki Afganistan                                                                             

Bugün, bütün dünya kamuoyuna servis edilen ve insanların zihinlerine yerleştirilen Afganistan tablosuna baktığımızda karşımıza çıkan manzara elbette iç karartıcıdır. Gördüğümüz Afganistan, eğitimsizlik, açlık, sefalet ve hastalıklarla kırılan, her türlü teknolojiden uzak, ekonomisi çökmüş, iç savaş, iktidar kavgaları ve dış güçlerin baskılarıyla boğulan gerici bir Taliban ülkesidir!

Görünen böyle bir tablo olabilir ancak unutulmamalı ki; bu fotoğrafa bakarken, fotoğrafı çekenlerin de farkında olunması gerekmektedir. Afganistan dâhil olmak üzere 24 İslam ülkesinden oluşan Ortadoğu topraklarında İtalya, Fransa, Almanya, Rusya, Çin, İsrail ve Amerika gibi ülkelerin ayak izlerini her daim görmek mümkündür. O halde bugün Afganistan özelinde yoruma açtığımız fotoğrafı arka planıyla beraber düşünmek gerekmektedir.

Afganistan, milattan önceki yıllarda Pers ve Büyük İskender dönemlerini yaşamış, MS. 670 li yıllarla beraber Gazneli, Selçuklu ve Karahanlılar gibi devletlerle İslam bölgesi olmuş eski ve önemli bir ülkedir. 1747 yılında Ahmet Şah Dürrani, Kandahar’da bugün bildiğimiz Afganistan’ın temelini atmıştır. 1800’lü yıllar ülkenin doğu sınırını belirleyen İngiliz-Afgan savaşlarıyla geçildi. 1973 yılında Kral Zahir Şah’ı darbeyle indiren yeğeni Davud Han, Cumhuriyeti ilan etti ve ilk cumhurbaşkanı oldu. 1978’de gerçekleşen Marksist devrim, bir yıl sonra SSCB’ye Afganistan’a giriş bileti oldu. Sovyetler kendilerine yakın Marksist çalışmalarda bulunan ve Afganistan Demokrat Halk Parti’sini kuran Babrak Karmal’ı yönetime getirdi ve 80 bin askerle Afganistan’a girdi.  Zaman içinde sayıları 115 bine çıkan Sovyet güçlerine karşılık direniş yükseldi. ABD, Mısır ve Çin gibi ülkeler direnişi desteklediler ve yaklaşık on yılın sonunda 1989’da Sovyet askerleri bölgeden tamamen çekildi.

1990’lı yıllar ülke içinde çatışma, kargaşa ve koltuk kavgalarıyla geçerken, mevcut siyasal iktidarsızlık, bugünkü bildiğimiz Taliban’ın doğuşunu hızlandırdı. Molla Ömer, Kandahar’da Taliban’ı kurdu ve 1996 yılında Kabil’i ele geçirip İslam devleti ilan etti. 2001’de Ahmet Şah Mesud’ a suikast düzenlendi ve hemen o günlerde 11 Eylül saldırıları gerçekleşti. Amerika’nın Taliban üzerinden başlattığı operasyonlar tam 20 yıl sürdü ve bugün ABD, Afganistan’dan nihayetinde çıkarıldı. Afganistan’ı belli başlı dönüm noktalarıyla siyasi olarak özetlemiş olduk. Hiç şüphesiz hemen her ülkeye şekilde temas eden Amerika, Afganistan meselesinde çok önemli bir yer tutmaktadır.

Amerika Birleşik Şirketleri(!)

Amerika, tarih sahnesine çok geç çıkmış ve bu gecikmeyi savaş, işgal ve katliamlarla kapatmaya çalışmış bir ülkedir. Muhammed Hasaneyn Heykel, Amerikan İmparatorluğu isimli çalışmasında Amerika’yı tarihi ve siyasi anlamda çok yerinde tespitlerle anlatmaktadır. Kısaca özetlemek gerekirse Amerika, kâr zarar hesabı güden ve bütün uluslararası ilişkilerini bu mantığa göre düzenleyen bir şirket gibidir. Bu imparatorluk için tarih, bağlanılması gereken değil öğrenilmesi gereken bir konudur. Yani tarihi gerçeklerin bir bağlayıcılığı yoktur. Örneğin, bir Amerikan diplomatla Filistin hakkında konuşuyorsanız onu tarihi gerçeklerle ikna etmeniz mümkün değildir ve bu beyhude bir çabadır. Amerikan siyaseti için geçmiş değil, şu an önemlidir.

Ulusal ya da uluslararası bir sistem, yapı ya da proje eğer Amerika’nın çıkarlarına hizmet edebiliyorsa ya da Amerika tarafından yönetilebiliyorsa işe yarardır. Aksi halde boş ve anlamsızdır. Örneğin; Amerika, bütün dünyayı ilgilendiren Kyoto Protokolü, Paris İklim Anlaşması ve Birleşmiş Milletler Çocuk Sözleşmesi gibi protokolleri bu gözle değerlendirip kolayca çekilebilmişlerdir.

Bir diğer mesele Amerikan kanının korunması meselesidir. Amerika kendi vatandaşı için tehdit unsuru olarak gördüğü her şeyi terör unsuru olarak görmekte ve bunu bertaraf ederken orantısız ve abartılı silah gücü kullanmaktan çekinmemektedir. Bu saldırı ve savunma şekli, Amerika için sadece mühimmat ve yakıt maliyeti demektir. Eğer mesele güvenlikse karşı taraftan ölenlerin, kadın, erkek ya da çocuk olmasının bir önemi yoktur.  Önemli olan Amerika şirketinin (devletin) çıkarı ve güvenliğidir.

Amerika kısa tarihi içinde sayısız savaşlara, çatışmalara ve darbelere karışmış ve taraf olmuştur. İkinci Dünya Savaşında, zaten yenilgiyi kabullenmiş ve İsviçre’de barış görüşmeleri yapmakta olan Japonya’ya nükleer bomba atarak savaş tarihinde kara bir ilke imza atmıştır. Bununla amacı başta Sovyetler olmak üzere bütün dünya ülkelerine ne kadar acımasız, kararlı ve ciddi olduklarını göstermiş oldular. Amerikan başkanları savaş çığırtkanlığını bayrak yarışı yapar gibi birbirlerine taşımışlardır. Truman, Kennedy, Nixon, Carter, Baba Bush, Clinton, George Bush ve yakın zaman kadar gelen tüm başkanlar süresince Kore, Vietnam, Kamboçya, Afrika Latin Amerika ve Orta Doğu ülkeleri Amerikan işgal ve savaş politikalarıyla yüz yüze gelmiştir.

Afganistan sinemada nasıl temsil edildi?

Amerika, kirli tarihine sığdırdığı bu kadar kanlı savaşı ve eylemi gerçekleştirirken, her birisine bir film çekmeyi de ihmal etmedi. Hollywood üzerinden oluşturulan ana akımın, dünya sinema pazarına sürdüğü filmler, Amerikan emperyalizminin kirli oyunlarını onaylarken diğer yandan Amerikan kültürünü tüm dünya ülkelerine empoze etti.  1958 yılında Hintli lider Nehru’nun kendisiyle hasta yatağında röportaj yapmaya gelenlere söylediği şu söz oldukça yerindendir. “Biz iki Amerikan gücü etkisi arasındayız. Birincisi CIA ile boyun eğdirme ve itaat; ikincisi Hollywood ile meylettirme ve kandırmadır. Birincisiyle özgürlüğümüz, ikincisiyle kültürümüz tehlike altındadır.” Bu anlamda sinema Amerika’nın ülkelere bir müdahale şekli olarak da görülebilir.

Sinemada Afganistan ve Taliban meselesine bakarken yukarda bahsettiğimiz bir Afganistan ve Amerika gerçeği olduğunu unutmamak gerekmektedir. Ayrıca Amerikan yapımı dışında ülkeyi anlatan İran ve Hindistan yapımı filmler de konuyu ele almak için önemlidir.

İlk filmimiz herkesin bir şekilde bildiğini düşündüğüm Amerikan yapımı Rambo III (1988, Peter McDonald)  filmidir. 1982 yılında çekilmeye başlanan İlk Kan serisinin üçüncü filminde Amerika, Sovyetler Birliğinin askeri işgali ve zulmüne karşı Afganistan halkına yardım etmek için bir grup askeri bölgeye gönderir. Ne var ki Afgan topraklarına adım atar atmaz Sovyet güçlerine esir düşerler. John Rambo (Sylvester Stallone), daha önce birlikte görev yaptığı Albay Trautman’ı (Richard Crenna) bu esaretten kurtarmak zorundadır.

Film, her yönüyle klasik Hollywood sinemasının aksiyon-savaş özelliklerini taşımaktadır. Fazlasıyla klişe sayılabilecek bir konu, kendi zamanına göre, iyi oyunculuk, görsel efekt ve tabi ki Stallone’nin yıldız çekiciliğiyle hemen hemen dünyanın her yerinde izlenmiştir.

O yıllarda Sovyetler Birliği Afganistan’dan gerçekten de çekilmek üzeredir. 1979 yılında ülkeye giren Sovyetler, mücahitlerin direnişiyle karşılaşmış ve yıllar boyu orada kan zulüm ve yıkımlar gerçekleştirmişlerdir. Amerika’nın Nobel ödüllü Jimmy Carter’in başkanlığı döneminde Komünizmi ve Sovyetleri orada istemediği için direnen mücahitlere yardım edişi filmde, Mücahitlerin, Rambo’yla dayanışması ve “sen bizim kardeşimizsin” sözüyle verilmektedir. Rambo’nun kurtarma mücadelesini, nasıl savaştığını ve nasıl bir orduya bedel bir asker olduğunu izlediğimiz film boyunca, bölge halkını temsilen savaşan mücahidler ve bazı örtülü kadınlar görülebilmektedir. Ayrıca Sovyet askerlerinin mayınlı bölgeleri, mayın yüzünden sakat kalan insanlar için protez bacaklar filmde zaman zaman görülmektedir. Film aracılığıyla, içinde bazı diyaloglarla Rusların iki milyondan fazla insanı öldürdüğü, gelişmiş ve kimyasal silahlar kullandığı iddiaları dünyaya ulaştırılmış oluyor. Film bir yandan da Afganların kahramanlığına atıfta bulunuyor,  Albay Trautman’a işkence görürken, “Bu bölge tarih boyunca bağımsızdı, bu insanları böyle yenemezsiniz, Bizim bir Vietnam’ımız vardı şimdi sizin de var der”. Film Afganistan’ın cesur halkına ithaf edilmiştir yazısıyla biter.

Aradan yıllar geçer ve aynı Amerika, Good Kill (2014, Andrew Niccol) filmini çeker. Artık işler ve yöntem değişmiştir, Afgan halkı dost değil düşmandır. Good Kill’de Amerikan Hava kuvvetlerinin Afganistan’da insansız hava araçları marifetiyle füze fırlatarak Taliban avına çıktığını görmekteyiz. Filmin kahramanı Thomas Egan (Ethan Hawke) komutanı nezaretinde silah arkadaşlarıyla birlikte bilgisayar monitörleriyle dolu bir odada görev yapmaktadır. Odada duyulan tek ses Mouse ve joystik sesleridir. Koordinatlar girilir, saatlerce gözetim yapmış yorgun gözler dikkatli bir şekilde ekrandadır. Klavye tuşuna basılır ve füze fırlatılır. Bir Taliban daha sorunsuz bir şekilde ortadan kaldırılmıştır. Askerler görevini yapmışlardır.

Kaliteli ve net görüntüler eşliğinde hedeflerin yüz hatlarına kadar yakından görülebildiğini görmekteyiz. Bilgisayar ve görüntü etkisi o kadar fazla ki askerlere komutanları tarafından bunun bir bilgisayar oyunu olmadığı, öldürdüklerinin gerçek insanlar olduğu zaman zaman hatırlatılıyor.  Bilişim ve silah teknolojisi olarak ne kadar gelişmiş olduğunu dünyaya gösteren filmde askerlerin en büyük sıkıntısı artık jet uçaklarıyla uçuş yapamamalarıdır. Askerler bir hedefi vururken yanlışlıkla çocukları vuruyorlar. Bazen emin olmadıkları hedefi sadece emir aldıkları için vuruyorlar. Yanlış bir şeyler olduğunu, haksız ve orantısız güç kullandıklarını zaman zaman konuşuyorlar ama buna rağmen en büyük bunalımları, gerçek bir uçuşla, gerçek bir atış yapamamış olmalarıdır. Film bir Taliban askerinin sürekli olarak bir kadına acımasızca tecavüz etmesi üzerinden dünyaya burayı vurmakla ne kadar haklı oldukları gösterilmeye çalışılıyor.

Guantanomo Kampını konu edinen Camp X Ray (2014, Peter Saddler) Afganistan ve Taliban meselesini Amerika gözünden anlatan bir diğer önemli yapımdır. Yaşadığı sıkıcı hayatı, renkli bir hale getirmek isteyen Amy (Kristen Stewart), Irak’a gönderirler düşüncesiyle orduya yazılır. Ancak Irak yerine kendisini, Afgan terör şüphelilerinin de olduğu Guantanamo’da bulur. Film ilginç bir şekilde en hafif tabirle, BM raporuna bile insan hakları skandalı olarak geçen Guantanamo’yu bir işkence kampı olmaktan çıkarıp adeta Müslüman tutukluların haklarını, sağlıklarını ve hayatlarını korudukları steril bir mekâna dönüştürmektedir. Bu da yetmezmiş gibi gardiyan Amy ve tutuklu Ali Amir tutuklu arasında bir aşk hikâyesi anlatmaya başlar. Film genel olarak, 11 Eylül sonrası yürütülen İslamofobik kara propagandayı, “biz aslında çok iyiyiz ama terörist Müslümanlar bunu hak ediyor” mesajıyla destekliyor.

Kandahar’a Yolculuk (2001, Muhsin Mahmelbaf) ve Gülçehre (2011, Vahid Mousaian) filmleri Afganistan, Afgan halkı ve Taliban yorumu üzerine İran Sineması olarak bir bakış getirmektedir. İki filminde ortak algısı az gelişmiş, yoksul ve çağdışı Afganistan’dır. Kadınların, eğitim ve sosyal hayat dâhil olmak üzere hiç bir hakkının olmadığı,  Taliban baskısının ülkeye egemen olduğu, çocukların ya molla ya da asker olarak eğitildiği, hiçbir sağlık imkânının olmadığı, mayına basarak bacaklarını kaybeden ve protez bacak yardımı için koşan engelli insanların olduğu Kandahar’a Yolculuk filminin bittiği yerden Gülçehre filmi devam ediyor sanki. Aynı yokluklara halka sinema gösterimleri yapmaya çalışan Eşref Han’ın sinema film arşivini Taliban’dan koruma mücadelesini ekliyor Gülçehre. 

Her ne kadar doğal olarak İran’ın yorumuyla verilmiş olsa da bu iki filmde ortaya konulan Afganistan ve Taliban meselesi, izleyicinin kafasında gerçekçi bir yorum oluşturabiliyorken; Amerikan sineması örnekleri ABD’nin, Afganistan siyasetini ele vermektedir.

Sonuç olarak sinemayı Amerika’nın özelliklerinden biri olarak anlatan şu sözle konuyu bitirelim:

Bu imparatorluk (Amerika), devletlerin ve halkların özüne sirayet etme, başkalarının bilincini çalma ve rehin alma derecesine varan cüretkâr bir düzen üzerine kurulu yeni bir otorite stili geliştirmiştir.  İnsanları renkli ve resimli yazılı ve sözlü medyanın esiri haline getirmiştir. Bu da kendisine, uluslararası kamuoyunun gündemini belirleme ve başkalarını arkasından sürükleme veya koşarak gelmelerini sağlama gücünü vermektedir. (Muhammed Hasaneyn Heykel, Amerikan İmparatorluğu)

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!