Dr. Hülya Bulut / Açık Görüş
Beyaz Türk sanrısı...
Bayramı geçireli şunun şurasında kaç gün oldu değil mi? Kimimiz yazlığında; kimimiz evinde, teknesinde, köyünde, yaylasında; kimimiz da boşalan şehrin tadına vararak geçirdik bayramı. Ben şehirde kalanlardanım. Kurban bayramında kabristan ziyaretine giden, kurban eti dağıtan, eş-dost ziyareti yapan, evde kitap, film, müzik ile dinlenen, sahile inip yürüyüş yapan, vapura binip püfür püfür İstanbul havası alanlardanım.
Vapur demişken, Kadıköy-Karaköy-Eminönü vapuru olsun, Adalar vapuru olsun, boğaz turu yapan vapurlar olsun hepsindeki manzara aşağı yukarı aynı: Hep bir yerlerde Suriyelilerden, Afganlardan, Özbeklerden şikayet edenler, başı örtülülere denize girmeyi veya sevdikleriyle el ele dolaşmayı çok görenler, bir yandan ellerindeki simit veya mısırı yemeye çalışırken, diğer yandan martılarla paylaşmaya heveslenen sümüklü çocukları azarlayanlar, Ortadoğu müziklerine katlanamayanlar, insanların üstünü başını süzüm süzen süzenler, bağlamasını eline alan çalgıcılara kulak tıkayanlar.....derken aklıma İnönü döneminde İstanbul valiliği yapan Fahrettin Kerim Gökay'a ait olduğu söylenen bir ifade geldi:
Kendine demokrat
"Halk plaja hücum etti, vatandaş denize giremiyor!" Yalnızca kendisine demokrat, yalnızca kendisine özgürlükçü, yalnızca kendisine ve kendi gibilere yaşamı, gezmeyi tozmayı, adayı Moda'yı, denizi....vb. hak gören bu ifadede halk ne demek? Vatandaş ne demek? Veya şöyle sorayım: Halk kim? Vatandaş kim? İnsanları bu şekilde birbirine ötekileştiren akıl kime ve neye hizmet ediyor? Birleştirmeye değil, ayrıştırmaya odaklı bir zihin yapısının toplumumuza, milli değerlerimize nasıl zarar vereceğini tahmin etmek çok da zor olmasa gerek. Ve hatta "demokrasi uğruna" demokrasinin ta kendisine! Nasıl mı? Sir Francis Galton'un (1822-1911) kimi zaman kendisinin ortaya koyduğu kimi zaman da tarihin tozlu raflarından alarak tekrar servis ettiği (1) infanticīdium, (2) eugenes, (3) utendi et abutendi kavramları aracılığıyla yine. O halde, öncelikle Sir Francis Galton'dan (1822-1911) kısaca bahsetmeme izin veriniz.
Polymath olarak bilinir
Sir Galton, pratiğin teoriden kaynaklandığına inanan İngiliz bilim insanı. Kendisi yaşadığı dönemde "polymath" olarak bilinir; yani pek çok alanda bilgi sahibi olan bir deha! Öyle ya hem matematikçi, hem istatistikçi, hem antroplog, hem psikolog, hem sosyolog, hem ilerici!....Şövalye nişanı ile onurlandırılan yani anlayacağınız ömrünü bilime adamış, psikolojinin, sosyolojinin peşine taktığı 'metri' kelimesi ile davranışların ölçülebilir ve öngörülebilirliğini ortaya koyan "üstün" bir insan! Oysa ahlaki değerlere odaklanmayan bir bilimin nasıl sinsi ve amacını aşan bir şekilde zararlı olabileceğini de inkar edemeyiz öyle değil mi? Haydi kısaca şu üç kavrama da göz atalım: İnfanticīdium, en basit anlatımla insanlık tarihinin çoğu için bebek öldürmenin yaygın ve kabul edilen bir aile planlaması yöntemidir. Masum çocukların katledilmesi yani. Örnek vermek gerekirse yelpaze oldukça geniş aslında: Arapların cahiliye devrinde kız bebekleri canlı canlı kuma gömmelerinden tutun da, Eskimoların ihtiyarları buzullara terk etmesi, hastalıklı kuş yavrularının yuvadan atılmasına kadar giden davranışlar silsilesi. Eugenes; Sir Galton'ın insan topluluklarını sınıflandırma, hastalıksız olanları seçerek, hastalıklı olanları elimine etmeye yönelik çalışmaları (eugenes) öjenik kavramını bilimsel alanda meşrulaştırmıştır. Bu meşrulaştırma da akademik çalışmalarla sınırlı kalmaz, dolayısıyla teori-pratik döngüsünün çarkları arasına da sıkışıp kalmaz ve Batı için adeta bir ideoloji halini alır. Ve işte ayrıştırmanın, ötekileştirmenin, şiddetin, pardon belki de gerçeğin demem gerekirdi, evet gerçeğin çöllerine hoş geldiniz. Ne Matrix ama! (Haydi zımnen filme de atıfta bulunmuş olayım. Anlayan anlasın.) Utendi et abutendi; Burada, özel mülkiyet hakkı kavramını Romalıların ortaya koyduğunu söyleyen Karl Marks'a mı, çalışma kamplarında çalışanları devrim ateşinin yakıtları olarak gören Stalin'e mi yoksa insanları komünizmin yakıtları olarak gören Troçki'ye kadar mı gitmeli bilemedim. Acaba hangisinin Romalılardan geri kalır yanı vardı sizce!? Ayrıca, özel mülkiyet derken, sahiplik (mülkün gerçek sahibinin Cenab-ı Allah olduğuna hiç şüphe yok elbette), istimal hakkı (jus utendi) ve suiistimal hakkına (jus abutendi) da dikkat etmek gerekir. Hal böyle olunca da, ne kirlenen denizler, ne oksijeni azalan hava, ne iklim değişikliği, ne hayvanların hayatı, ne taş, ne toprak....ne de insan bu girdabın çıktısı olmaktan kurtulabiliyor.
Üstün görmenin arka planı
Şimdi bana haydi sadede gel derseniz, Alev Alatlı'nın güzel ifadeleri ile kavramsal zeminine oturtmaya çalıştığım bu üç kavramı her zaman aklımızın bir köşesinde tutmamız şartıyla haklı olduğunuzu size teslim eder ve şunları söylerim: Öyle ya da böyle teori ve pratik çoğu zaman gerçekten de aynı potada. Asıl önemli olan şey bizim dikkatli ve uyanık olabilmemiz. Başkalarını aşağılayarak kendimizi üstün görmemizin, Beyaz Türk (ne demekse artık!) sanrısı içinde olmamızın kökeninde acaba farkında olmadan içimize serpiştirilmiş infanticīdium, eugenes, ve utendi et abutendi olabilir mi? Ne dersiniz?
İnsanları unvanlarına, eğitimlerine, mesleklerine, maddi durumlarına göre kategorize ederek onlarla eşdeğer bir yakınlık kurma çabalarını bir yana bıraksak, böylelikle kibir ile de aramıza mesafe koysak nasıl olur? Yarın hangimizin bu günümüzden geriye gitmeme garantisi var acaba sorarım size? Sağlığımızla, malımızla, paramızla, sevdiklerimizle, işimizle sınanabileceğimiz hiç aklımıza gelmez mi? İşte o hor gördüğümüz, ama bize değer veren, bizi görünce gururla ve samimiyetle selam veren hamal da, simitçi de, ayakkabı boyacısı da birer insan; bir aile babası, bir eş, bir dost, bir emekçi.....Yüzümüze gülüp arkamızdan laf edip çekiştirenler de mimar, mühendis, doktor, avukat, iş insanı, akademisyen.... olabilir. Demem o ki, insanları bu şekilde kategorize ederek bunlara göre davranış kalıpları sergilemek doğru olmasa gerek. Bir yudum suyu kimin elinden içeceğimiz, bir lokma ekmeği kimin elinden yiyeceğimiz, bir derdimize de kimin derman olacağı hiç belli olmaz. Allah, bunlar için kimi, kimleri birbirine vekil kılmıştır bilemeyiz.
Kaldı ki, hoşgörülü, affedici ve mütevazi olduktan sonra, birbirimizden o kadar çok şeyi öğrenebiliriz ki: Mesela vapurda konuşulanlara kulak kabartırsak, bir yemek tarifinde aslında atladığımız bir detayın farkına varabiliriz. Yüksek sesle dinlenen bir müzikten yakınmazsak ve Shazam uygulamasını kullanırsak hiç bilmediğimiz bir müzik türü veya grubu ile de tanışabiliriz. Cebimizden çıkartacağımız mendil ile bir çocuğun burnunu silerken, onun elindeki tek simidini martılarla paylaşma arzusunun nasıl bir duygu olduğunu hissedebiliriz. Bir Suriyelinin gözlerinde sığınmak nedir, insana kendisini nasıl hissettirir bunu anlayabiliriz. Çocuklarını denize götürebilen dar gelirli bir babanın mutluluğuna ortak olabiliriz. Etkileşim yoluyla insanların birbirlerinin hayatlarına dokunması öyle güzel bir berekettir ki, bilen bilir. Mesela o beğenmediğimiz burnu akan çocuk okumakta olduğumuz kitabı hayatında ilk defa görmüş olabilir ve okuma merakı başlayabilir. Yoksul ve sevgiden yoksun bir çocuğun saçlarını okşamamız, yüzüne dokunmamız, görüp de iç geçirdiği uçan balonu alarak onu sevindirmeniz harikadır. Selamlaşıp birbirimize hal hatır sormamız, ortak geçmişlerimizi unutmadan kısacık da olsa sohbetler edebilmemiz aslında birbirimizden çok farklı olmadığımızı bize hatırlatabilir. Sonra belki hep birlikte, denize çöp atmamayı, sigara dumanını başkalarının üstüne doğru üflememeyi, daha derli toplu giyinmeyi, olmayan insanları da düşünüp haddini aşan takıp takıştırmalardan uzak durmayı, birbirimize karşı daha nazik davranmayı ve buna benzer pek çok şeyi yaşayarak öğrenebiliriz.
80'lere kadar köy nüfusu daha fazlaydı
Kaldı ki; 1920'lerde ülkemizin nüfusunun yüzde 80'inin köylerde yaşadığını, 1980'lerin başına kadar kır nüfusunun kent nüfusundan fazla olduğunu da unutmayalım. Yani, tıpkı çoğumuzun babaannesinin, anneannesinin de başlarının örtülü olduğunu, elleri ve saçlarının kınalı olduğunu, ya hiç okuma yazma bilmediklerini, ya da okuyanın doğru dürüst yazamadığını, yazabilenin de doğru dürüst okuyamadığını, ya da okur yazar olanın doğru dürüst Türkçe bile konuşamadığını, basma çamaşırları ile birleştirdikleri çoraplarını lastikle tutturduklarını, ayakkabılarının topuklu olmadığını, parfüm kokmadıklarını da hatırlayalım. Ama öte yandan bir lokma ekmeği ve bir yudum suyu dahi bölüştüklerini, her zaman aza kanaat ettiklerini, evdeki herkesin söküklerini diktiklerini ve hep tertemiz olan yamalı basma elbiselerinin içindeki güzelliklerini, çok güzel güldüklerini ve yine çok güzel türkü söylediklerini, sokak hayvanlarına olan merhametlerini, o yok canlarıyla yaptıkları bir tas çorbayla bile konu komşularını gözettiklerini, mahalledeki hastalara, muhtaçlara gösterdikleri merhameti....de gözlerimizin önüne getirelim. Demem o ki sevgili okurum, canım ciğerim, kurban olduğum; insanın geldiği yer ile arasına mesafe koymaması çok mühim. Yani çaresizliği yalnızca kentlerde arayan dar bir bakış açısının, yoksul kesimlerin mücadelelerini fark etme ve onları anlama şansının olmayacağı gayet aşikar sanırım. Yaşama dair mücadele dinamiklerini doğru analiz etmek gerekir ki, toplumsal dinamikler de iyi anlaşılsın. Eee, demokrasi denilen şey de ne ola ki? Öyle değil mi? Alev Alatlı'nın yine güzel bir sözü ile bitirmek isterim:
Biz aynı kuru fasülyeye kaşık çalan insanlarız, varsa tadında bir farklılık yöresel tariften gelir, sınıfsallıktan değil.
Kibirden değil, hor görmekten değil diye de ben ekleyeyim izin verin.
Varsın gerisini de kendi hikayelerinizle siz tamamlayın...