Ankara’da 15 Haziran günü çocuğunun yanında kaçırılan ve 26 gündür haber alınamayan Cemil Koçak’ın akibetinden kim sorumlu? Acılı ailesinin yaşadıkları kimin umurunda?
15 Temmuz sonrası hortlayan adam kaçırma hadiseleri karşısında TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu’nun çağrısına rağmen maalesef mesafe alınamıyor. Yakınlarının kaçırıldığından şikayet eden aileler çaresizlik içinde yetkililerden bir haber, bir açıklama beklerken, emniyet ve yargı adeta duvar sessizliğine bürünmüş halde!
Yolda arabasına arkadan çarpan siyah transporter’dan inen kişiler Cemil Koçak’ı minibüse bindirip uzaklaşıyor, çocuğunu ise arabada bırakıyorlar. Sonrasında esnaftan birileri gelip korku içindeki çocuğu arabadan alıyor ve Cemil Koçak’ın arabada bıraktığı telefonundan hanımını arayarak kendisini bilgilendiriyorlar.
Eşi olay yerine geldiğinde karakol polislerinin de olay mahallinde bulunduklarını görüyor. Polisler hadiseyi araştıracaklarını, kendisine çocuğunu alıp evine gitmesini söylüyorlar. Ne var ki, birkaç gün sonra eşinin akibeti hakkında hiçbir bilgiye ulaşamadıklarını, mobese kameralarında da bir şey göremediklerini ifade ediyorlar.
Bunun üzerine işin başa düştüğünü gören Cemil Koçak’ın eşi adeta bir dedektif gibi araştırmaya başlıyor ve çevredeki özel işletmelere ait kamaraları izleyerek eşinin 2 araç tarafından takip edildiğini ve en son aracına arkadan çarparak durmasına yol açan siyah transporterdan inen kişilerce kaçırıldığını tespit ediyor. Eşinin adına açtığı twitter sayfasında da tüm bu görüntüleri paylaşıyor.
Ne var ki, bu bilgileri ve görüntüleri savcılığa iletmesine rağmen aradan geçen bir aylık süreye rağmen hiçbir gelişme sağlanamıyor. Konu hakkında devlet kurumlarının sessizliği, umursamazlığı karşısında her geçen gün biraz daha kaygılanan Cemil Koçak’ın eşi, 2 çocuğuyla birlikte bekleyişini sürdürüyor. Ne var ki aradan geçen bunca zamana rağmen hiçbir ilerleme kaydedilmeyişi acılı ailenin umutlarının her gün biraz daha azalmasına yol açıyor.
Cemil Koçak’ın fikri, ideolojisi, kimlerle ne tür irtibatının bulunduğunu bilmiyoruz. Zaten konunun bu boyutu bizi ilgilendirmiyor da. Ama ortada vicdanı olan herkesi tedirgin etmesi, kaygılandırması gereken bir hadise var ve bundan ötürü derin bir endişe duyuyoruz.
Bir insan Ramazan günü yanında çocuğu varken kaçırılıyor ve yaklaşık bir aydır kendisinden haber alınamıyor. Ailesinin çabaları devlet güçlerince kaçırılmış olabileceğini zannı galip olarak ortaya koyuyor. Buna rağmen benzeri diğer kaçırılma hadiselerinde olduğu üzere bu vahim hadise de ne yetkililerin, ne de kamuoyunun gündemine gelmiyor, gelemiyor.
Benzeri başka hadiselerde olduğu üzere MİT’iyle, emniyetiyle, yargısıyla devletin takındığı umursamaz tavır bugünden yarınlara kötü bir mirasın devamı olarak yansırken, ister istemez geçmişin kirli, karanlık sayfalarını çağrıştırıyor. Hani bir daha asla açılmayacak şekilde kapandığı iddia edilen utanç verici beyaz toros hikayelerinin hafızlarımızda yeniden canlanmasına sebep oluyor.
Tam bu noktada toplumun, insanlığın, yeryüzünün vicdanı olması gereken Müslümanların seslerini yükseltmesi gerekip gerekmediğini soralım istiyoruz. Evet, dönüp kendimize soralım! Bu yaşananlar karşısında bize düşen nedir, ne olmalıdır?
Acaba tüm bu gelişmeleri bazılarının yaptığı gibi ‘devletimizi karalamaya çalışan ihanet şebekelerinin dedikoduları, tezviratları’ olarak görmezden gelebilir miyiz? Ya da kaçırıldığı söylenen şahısların ideolojik irtibatlarına bakarak “zaten hak etmişler, akibetleri bizi ilgilendirmez” diyebilir miyiz?
Gözlerimizin önünde hukuk devleti olma iddiası her geçen gün biraz daha aşındırılırken “devletin kendisini koruma hakkı yok mu kardeşim?” türünden söylevlere kulak kabartıp, vicdanımızın sesini bastırmaya çalışmak da bir seçenek, bir yol elbette! Yeter ki kafa konforumuz bozulmasın diyorsak ve bizi nereye çıkartacağı hususunu dert etmiyorsak denemenin ne mahzuru olabilir ki?