İnsan fıtri olarak bütün güzel huyların, nimetlerin, güçlerin, kabiliyet ve başarıların kendisinde toplanmasını ister. Bunu arzulaması yanlış olmadığı gibi bundan utanması da gerekmez. Tersine bu güzellik ve imkânlara ulaşmak için çaba göstermesi doğru ve İslami bir davranış olacaktır. Zira Allah insanları Yunan mitolojilerindeki sahte ilahlar gibi kıskanmaz. Aksine Allah insanları bilgi, iyilik, güç ve nimetlere ulaşmalarını sağlayacak bir donanımla yarattığı gibi, onlara yardımcı olmak üzere vahyiyle onlara rehberlikte etmiştir. Bu nedenle önemli olan bu güzellik ve imkânlara sahip olma çabası sırasında fert ve toplulukların gayri meşru yollara düşmemesi ve diğer canlıların haklarına tecavüz etmemeleridir. Yani bu nimetlere ulaşma mücadelelerini insani amaçlarla ve insanca yapmaları ve hayvanlaşmamalarıdır. ( Bu arada her insani olanın İslami, her İslami olanın da insani olacağını da bilmek gerekir.)
Bu sebeple İslam, Müslümanlara bütün güzel özelliklere ve nimetlere sahip olmalarını isterken, , diğer yandan farklı inanç ve pratiklere sahip kimselere her hangi bir fikri ve ameli dayatmada bulunmamalarını da net bir şekilde kendilerine emretmektedir. “Dinde zorlama yoktur, doğru yol eğri yoldan (vahyin gelişi ve peygamberin bunu pratiğe aktarışıyla ) ayrılmıştır.” (1) İslam bunu söylerken, bu zorlamayı sadece Müslümanların zayıf oldukları zamana da hasretmemiştir. Tersine her zamana dönük ve mutlak bir emir olarak mensuplarına bildirmiş ve farklı bir tavrın Yüce Allah’ın iradesine karşı gelmekle eş anlamlı olacağına dair ihtarda da bulunmuştur. Zira Müslümanlar bilmelidirler ki “Eğer Allah dileseydi herkesi bir yol üstünde (zaten) toplardı “
Bu nedenle Müslümanların yaşadıklar coğrafyalarda sayısız inanca mensup insan gruplarının varlığı söz konusu olabilmiştir. Mısırdaki, Iraktaki, Suriye’de ki, Filistin’de ki ve Anadolu’da ki çeşitli din ve mezhep mensuplarının varlığı, bunun somut kanıtlarıdır. Tarihte yaşadığımız bu güzel örnekliği daha da zenginleştirip geliştirerek günümüze taşımakta, peygamberlerin günümüz takipçileri ve temsilcileri olmaya aday tüm fert ve grupların da en temel görevlerindendir. Bu sorumluluklarını yerine getirdikleri oranda peygamberlerin misyonuna uygun bir pratiği yakalamayı başaracaklardır. Zira açıktır peygamberliğin amacı insanları rablerinin mesajını anlama, yaşama ve diğer insanlara iletmedir. “sana düşen sorumluluk mesajın (diğer insanlara) ulaştırılmasıdır.(İnsanları gerçek niyet ve tutumlarına bağlı olarak) hesaba çekmek bizim görevimizdir.”
Bu nedenle Müslüman fert ve topluluklar başka toplumlarla farklılıkları en fazla tolere edebilecek güç ve imkâna sahip kesimlerin başında gelirler. Zira Müslümanlar bilirler ki hiç kimse hak etmediği halde cehenneme veya cennete gitmeyecektir. Bütün insanlar, her şeye mutlak manada hâkim olan ve onlara karşı çok merhametli olan Yüce Allah’ın adil hükmüyle hak ettiğine mutlaka ulaşacaktır. Bulundukları toplumda Müslümanlara düşen görev başkalarına baskı yapmak ve onlara kendi hayat tarzlarını dayatma değildir, onların görevi peygamberler gibi, yüce Allah’ın mesajını doğru bir şekilde anlamak, yaşayıp örneklendirmek ve güzel örnekliğe davettir. “Ben şüphesiz Müslümanlardanım deyip Salih amel işleyen ve Allaha davet eden kimseden daha güzel sözlü de kim olabilir?”(3)
Müslümanların farklı din ve ideolojilerdeki fert ve toplumlarla savaşmadan yaşamaları, onların başka din ve ideolojilere kendilerini teslim etmeleri veya onların velayetlerine kendilerini teslim etmeleri anlamında da anlaşılmamalıdır. Zira baskı kurmamanın, beraber yaşamanın karşılığı Müslüman fert ve grupların kendi inançlarından vazgeçmeleri veya başka bir ifadeyle müdahane yapmaları asla değildir. Denilebilir ki savaşmadan beraber yaşamanın mümkün olmasının koşulu şudur; hiç kimsenin bir başkasına kendi yaşam tarzını, başka bir ifadeyle dinini dayatmamasıdır. Müslümanlar başkalarına kendi dinlerini dayatmalarının kabul edilemez olduğunu bildikleri gibi, başkalarının baskısıyla kendi dinlerinin en ufak bir ilkesinden de vazgeçemeyeceklerini bilirler. Bundan dolayı da Müslümanlarla beraber yaşamak isteyenlerin savaşmadan beraberce, özgür bir ortamda yaşamanın bu koşullarını bilmeleri çok önemli ve gereklidir.
Bunu somut bir vaka üzerinden daha da açmaya çalışalım. Örneğin yaşadığımız Kürdistan coğrafyasında yerelde güçlü olan ve açıkça İslam’ı referans almadığını deklare eden PKK/HDP kesimi sıklıkla barıştan, (zorlama yöntemlere başvurulmaması anlamında) demokrasiden, farklı görüşlerin varlığının kabul edilmesinden bahseder. Ama bu görüşlerinin yanında, pratikte kendisinin dışındakilere her türlü baskı ve sindirmeyi ise ulusal cepheye katılmadıkları (Bunun anlamı kendilerine katılmamalarıdır.) iddiasıyla yapmaya çalışmaktan geri durmaz. Bu öyle bir çelişkidir ki dışarıdan gözlemleyenler PKK/HDP çizgisinin sadece kendilerine baskıyı ve şiddeti istemedikleri anlamda bu söylemi sıklıkla kullandığını çok rahatlıkla görürler. Zira kendilerinin dışında bir partiye oy verenler, politikalarını doğru bulmayanlar, kepenk kapatma eyleminde dükkânlarını kapatmak istemeyenler, DTK katılmayan bir STK altında, yardım, eğitim, kültürel faaliyetler yürütenler, bu kesime göre öldürülmeyi, kaçırılmayı, dükkânlarının yağmalanmasını hak etmişlerdir. Zira en ufak bir farklılık onlara göre hainlik, Kürt halkının haklarının karşısında zalimler işbirliğine girişmekle eş anlamlıdır.
Bu despotik tavır öylesine içselleştirilmiştir ki “en hoşgörülü” ve bu militarist yüzü örtmek için vitrine konulan temsilcilerinde bile bunu gözlemleyebilirsiniz. Televizyon programlarında farklılıklara ne kadar müsamahakâr olduklarını dinlerken hayret edersiniz. Zira “şecaat arz ederken, sirkatin söyler “ deyimindeki gibi bir pozisyona düşürürler kendilerini. Örneğin ne kadar özgürlükçü ve farklılıklara saygılı olduklarını söylerlerken, farklı görüşlerdeki grupların DTK bulunduklarını, buna tahammül gösterdiklerini delil olarak öne sürerler. Yani özgürlük anlayışlarının en üst limiti kendi kurumlarında vitrinlik olarak durulmasına izin vermeleridir. Acı olan taraf bunu söylerlerken nasıl bir duruma düştüklerini görmemeleridir. Bu kesimler; Çeşitli parti ve STK’ların olduğu yerel televizyonlarda özgürlükteki sınırlarının genişliğine dikkat çekerken, biz kimseye asla baskıyı doğru bulmuyoruz. Biz Kürt halkının çeşitli kesimlerini , orkestranın içindeki sanatçılara, Abdullah Öcalan’ı ise orkestra şefine benzetiyoruz” diyebiliyorlar. Yani özgürlükçülüğün, farklılıklara tahammülün en son limiti olarak şuraya varıyorlar. Başka kesimler, PKK/HDP çizgisinin içine girebilir, Liderlerini kendilerine önder olarak kabul ederek, varlıklarını sürdürebilirler.
Bunu söyleyenler yıllarca kendilerine dayatılan tek tipçiliğe karşı durduklarını, zulme karşı mücadele ettiklerini söylerler. Bu söylemde doğruluk payı da vardır. Zira T.C.’nin Kürt halkına dayattığı asimilasyon, zorbalık ve yok saymaların tescilli zulümleri içerdiği açıktır. Ama maalesef olan şudur; Dünün mazlumu bu günün en belalı bir zalimine dönüşmüştür. Kendisine dayatılanın aynısını, gücünün yettiği yerde başkasına dayatmaktan asla geri durmamaktadır. Peki bununla beraber, farklı inanç ve pratik sahibi kesimlerin beraberce yaşamaları nasıl mümkün olacaktır? Şüphesiz bu kesimin bugünkü politikalarıyla bu mümkün değildir. Zira en başta İslam’ı referans alan kesimler olarak bizim açımızdan beraber yaşamanın mümkün olması, başkasına yaşam tarzını dayatmama ve böylesine bir dayatmaya maruz kalmamayla mümkündür. PKK/HDP çizgisinin şunu net bir şekilde anlaması lazımdır ki, farklılıklarda beraber yaşamak demek, her kesimin PKK/HDP’yi temsilcileri olarak görmesi ve onların rehberliğini kabul etmesi anlamına asla gelemez. Nasıl ki T.C. kendilerine dayattığı kimliği kabul edenleri cumhurbaşkanı yapması bile onu özgürlükçü ve adil kılmıyorsa, aynı şekilde PKK/HDP çizgisinin bırakın vitrinlik malzeme rolünü kendilerinden farklı olanlara lütuf gibi görmesi, dayattıkları kimliklerini kabul edenleri Abdullah Öcalan’ın yerine önderliklerine bile oturtsalar yine zalim olmaktan ve tek tipçi olmaktan kurtulamazlar. Türkiye halklarının beraberliği nasıl dayatmalardan uzak durmak ve farklı halkların tüm haklarına razı olmakla mümkünse, Kürdistan coğrafyasında İslami kesimlerin ve PKK/HDP çizgisinin beraber yaşayabilmeleri de ancak aynı temelde olabilir. İslami kesimler değerlerine güvenmekte ve bu temelde medeni ilişkiler içinde yaşamaya ve barışçıl mücadeleye evet diyebilmekteler. Ama aynı soruya PKK/HDP çizgisi de evet diyebilecek mi? Asıl mesele burada yatıyor. Bu soruya olumlu cevap, Kürt halkının huzura ve haklarına ulaşmada da işlerini kolaylaştıracaktır. Zira iki farklı kesimde ki temel ayrılık, Kürt halkının hakları değil, hangi yaşam tarzının Kürt halkı için daha iyi olacağına dönüktür. Bırakalım bunu Kürt halkı özgür iradesiyle tercih etsin. Hiç kimse Kemalizm’in yaptığı gibi, halk adına halkçılık yapmasın, halka kendi vesayetini dayatmasın ve halka köle, kendisine efendi misyonunu biçmesin yeter.
Rabbimizden biz Müslümanlara peygamberlerin günümüz temsilcileri olmamıza imkân verecek, bilgelikleri, hikmetlilikleri, ahlakilikleri ve istikamet üzere sağlam duruşları vermesini niyaz ediyoruz. Rabbimizden yine bizleri kendisine dost, kullarına adil, erdemli , merhametli yardımcılar kılmasını diliyoruz. Şüphesiz O kullarına karşı çok merhametli ve çok bağışlayandır. Son sözümüz; hamd alemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur. Rabbimiz zatının yüceliğine ve saltanatının büyüklüğüne yakışır hamdle, sana hamd ederiz…