HAKSÖZ HABER
İbni Haldun asabiyeden yola çıkarak incelediği toplum ve devlet ilişkisini, “Devlet de canlı varlıklar gibi doğar, gelişir, büyür, yaşlanır ve nihayet varlığını kaybeder.” şeklinde yorumlar. Yine Spengler’e göre de “Bir kültür, doğar, büyür ve bir zaman sonra yok olur.”
Tüm devlet kurumları ve yapıları ile canlı mahlukat için bu kaçınılmaz bir durum olarak görülür. Birçok iktidar bir 'sona eriş' ile karşı karşıya kalacağını bildiği zaman ne yapmalı? Kendisini yeniden inşa etmeyi düşünür mü?
Türkiye’de son 20 yıldır iktidar ülkeye çok şey kazandırdı. Adaletten ekonomiye, toplumsal ilişkilerden eğitime kadar neredeyse tüm alanlarda kazanımlar gerçekleştirildi. Aynı iktidar bütün kazanımlarını halk ile gerçekleştirdiğini şu anda görüyor mu?
Bugün beraber çıkılan yolda iktidar halk ile arasına görünmez bir perde çekmiş gibi denilse doğru olur mu?
AK Parti’nin kendisiyle çelişen ve görmek istemediği sorunları iktidarını yıprattığı kadar kamuyu da yıpratmaya ve zayıf kılmaya devam ediyor.
Toplumsal yorgunluk ve bıkkınlıkların arttığı son birkaç yıl hesaba katıldığında ‘AK Parti 20 yıllık süreçte yıprandığı kadar yıpratmayı mı amaçlıyor’ diye düşündürtüyor.
Bu kötü niyetli çıkarım son zamanlarda yaşanan olaylar hesaba katıldığında mantıklı gibi görünse de hiçbir iktidar kendisine böyle bir sonu reva göremez.
Yine de AK Parti’nin toplumda artan beklentileri ve sorunların çözümü taleplerini karşılamaktan gittikçe uzaklaştığını, parti liderinin halka hitap ettiği zamanlarda ortaya çıkan aykırı seslerde görebiliyoruz.
Muhalefet bir yandan söylem üstünlüğünü ele geçirmeye çalışırken bir diğer taraftan da kara propagandaya başvurarak sorunların gerçekten çözülmesi fikrinden uzak kaldığını gösteriyor.
Sorunların çözümü için muhalefet etmek ile iktidarı ele geçirerek sorunları çözeceğini iddia etmek aynı şey olmadığı gibi, halkın beklentilerini karşılamaktan uzak bir seçenek olarak beliriyor.
Siyasi polemiklere meze olarak; adalet, yargıdaki sorunlar, ekonomik istikrarsızlık, döviz sorunu, anayasa çalışmaları, enflasyon ve işsizlik konuşulmaktan dolayı olsa gerek çözüme ulaştırılmıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı geminin kaptanı olarak ifade etmek gerekirse TBMM içerisinde 600 sandalyede oturan ve 17 bakanlık koltuğunu işgal eden isimlerin bu gemide ne iş yaptığını sormak gerekmez mi?
Bu geminin su aldığını bilen, gören, duyan ve hisseden bir de etkisizleştirildiklerini iddia eden bürokratlar bu gemi için çalışmıyor mu?
Türkiye ve dışındaki bürokratların karın tokluğuna çalışmadıklarını Sayıştay raporları ve maaş çizelgelerinden biliyoruz! Peki ya halk için gerçekten çalışıyorlar mı, gemiyi su almaktan koruyabiliyorlar mı?
Bürokratlar, ‘buna devletin en alt kademesinde görev alan memurları da dahil olmak üzere’ yapmaları gereken işe fedakarlık diyorlar. Yapmasalar bile. Hatta bazıları buna bir dava, gönül borcu veya devletin bekası gereği vazife gözüyle bakıyor. Çalışmasalar dahi…
Yani vatandaşı uğraştıran, bilgisayarı başında kendisinin alması gereken çıktıları vatandaşa aldırtan, bir fotokopi çekmekten üşenen, kendisine yardımcı olunması için sorulan soruya ‘Bu benim işim değil’ cevabı veren, ‘Bak orada güvenlik var ona sor’ diyebilen devlet memurları yani bürokratlar, sadece iktidara mı bağlılar? Milletin kendisine değil mi?
Bir başka parti geldiğinde davranışlarını ve en önemlisi vatandaşa karşı takındıkları tutumu değiştiriyorlar mı? Yoksa aynı mı kalıyorlar? Kimse bürokratlardan güler yüzlü olmalarını beklemiyor artık! O eskidendi...
Kendilerinin sınavla, mülakatla, eğitimle veya tayinle, torpille geldikleri pozisyonun hakkını vermeleri bekleniyor! O ‘hak’ da vatandaşa hizmet etmesi gerektiği bilincinin olmasıyla gerçekleşebilir.
Kimse onu zorla o devlet memurluğuna getirmedi. Kendisi talep etti ve aldı. Şimdi ve her zaman, aldığı şeyin karşılığını verme vakti onun görevi değil mi?
Asıl soru: Görevleri ve sorumlulukları olan kişiler işlerini/sorumluluklarını yerine getiriyorlar mı? Bu gemi sadece kaptanının komuta kontrolsüzlüğünden ya da aşırı kontrolünden dolayı mı su alıyor? Yoksa bunda herkesin mi payı var?
Tüm bürokratlar için geçerli olan bu durum iktidarın kendisi için de geçerli. İktidar kendi talep ettiği yönetim erkini elinde uzun bir süre tuttu. Vatandaşına yeri geldi hizmet etti, yeri geldi köstek olmaktan kaçınamadı.
Tüm yönleriyle başarılı bir iktidar Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmedi zaten. Kimileri tarafından en ideal, en güzel ve özlemle anılan yıllarda kendisini Reisicumhur ilan eden Mustafa Kemal dönemi bile böyle bir duruma şahitlik etmedi! Hatta tarihin aktardığına göre bugünkünden hiç de farklı değildi.
Bugün de AK Parti iktidarının “metal yorgunluğu” yaşamaktan öte yıprandığı, yıprattığı, çarklarının bozulmaya başladığı görülüyor.
2015 Temmuz sonrası kendisini adeta yeniden inşaya giden AK Parti, geride mazisine dair hiçbir şey bırakmayacak gibi büyük bir endişeyi beraberinde getiriyor!
Bürokratların vatandaşa ‘Buna da şükür’ dedirttiği bir atmosferden ‘Size nasıl yardımcı olabilirim?’ noktasına evirilmesi beklenen devlet mekanizması ‘Devlet benim’ mantığına hızla kapı aralamış görünüyor.
Mahkemelerden Tapu Müdürlüklerine, Hastanelerden Cezaevlerine, Valiliklerden Belediye Binalarına kadar neredeyse devletin tüm tüzel ve yarı tüzel kuruluşları vatandaşı karşısına almaya başladı.
Bir zamanlar Türkiye…
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2014’te dile getirdiği: "Biz gelmeden önce hakim olan şuydu: 'Önce devlet, sonra millet.' Biz geldik, bunu tersine çevirdik: 'Önce millet, sonra devlet'.” anlayışı yıkılmaya başlamış gibi görünüyor.
24/01/2013 tarihli ve 6411 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 3. maddesi ile 5275 Sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanun'un 16. maddesine binaen,“Maruz kaldığı ağır bir hastalık veya engellilik nedeniyle ceza infaz kurumu koşullarında hayatını yalnız idame ettiremeyen ve toplum güvenliği bakımından ağır ve somut tehlike oluşturmayacağı değerlendirilen mahkûmun cezasının infazı üçüncü fıkrada belirlenen usule göre iyileşinceye kadar geri bırakılabilir.” derken bu yasaya göre devletin vatandaşını cezalandırırken dahi koruması gerektiği anlaşılıyor.
Kanser hastası bir kadını hapiste ölüme terk etmek ise devletin hem kendi yasasını uygulamadığını hem de vicdanının kalmadığını gösteriyor.
Ekonomik istikrarsızlığın küresel çapta olduğu bilinirken, “Türkiye ekonomisi büyüme devam ediyor” söylemleri halkın aldığı yağ ücretinde kendisini göstermiyor.
‘Enflasyon aldı başını gitti’, ‘Dövizin değer kazandığı ortamda Türk Lirası değersizleşiyor’ denirken iktidar, böyle bir sorun olmadığını ifade edebiliyor.
‘Alım gücümüz düştü’ demek bir zayıflık işareti olarak görülürken, sorunun anlaşılması için bir basamak olduğu gerçeği ıskalanıyor.
‘Kanun Hükmünde Kararname’ ile yüzbinlerce insan işsiz veya mahkemelik olurken ‘teröristlere göz açtırılmadığı’ ifade edilip topyekûn bir mücadele gerçekleştiriliyor denerek adalet beklentileri karşılanmıyor.
Partilerin, Belediye Başkanlarının, Bakanların veya Valilerin akrabalarının, ir ortaklarının, kamuyu yani ‘bürokrasiyi’ ele geçirme çabasına ‘bu yanlıştır’ denerek karşı çıkılamıyor.
Uyuşturucu kullanan veya satan, ihalelere fesat karıştıran, hakim, savcı, emniyet müdürü gibi akrabaları veya iş ortakları ile suçlarını örtbas eden, suçlu olduğunu kabul etmeyen veya kamuyu açıkça yanıltan isimler ile devletin ilişkisi kesilmiyor aksine sahipleniliyor.
Gemi su almaya devam ederken sorunların çözümü veya sorunların olduğu düşüncesi tartışmaya dahi açılmıyor. Birçok güzel iş, eylem ve fikir ile iktidarı meşru elde eden hükümet, saptığı yanlış yolun farkına varamıyor. Ya da farklı bir dünya gözüyle baktığı için görmüyor, duymuyor veya anlamıyor…
Hepimiz su alan geminin akıbetinin ne olacağını biliyoruz. Peki suyu tahliye etmek isteyenin, gemiyi sağ salim yüzdürmek isteyenin kim olduğunu biliyor muyuz?