Benim üniversitelerim

SİNAN ÖN

“Okuduklarım; din ve yardımseverlik fikirleriyle, insanlara karşı şefkat ve merhamet haykırışlarıyla doluydu. Tanıdığım en iyi insanlar, hep bu konular hakkında ateşli konuşmalar yapıyorlardı. Oysa gerçek hayatta gördüğüm; insanlar şefkat ve merhamet duygusundan hemen hemen yoksundu. Yaşam sonsuz bir sertlik ve düşmanlık zinciri halinde, değersiz şeylere sahip olmak uğruna, aralıksız ve kirli bir savaş şeklinde, önümde akıp gidiyordu. Şahsen ben sadece kitaba ihtiyaç duyuyordum. Benim gözümde başka hiçbir şeyin zerre kadar değeri yoktu.”

Başlık ve paragraf Gorki’ye ait. Şöyle bir dönüp dünyaya bakınca, onun neden sadece kitaba ihtiyaç duyduğunu tahmin edebiliyor insan.

Gorki, otobiyografik üçlemesinin son kitabı “Benim Üniversitelerim”de; kötülüğün, hoşgörüsüzlüğün, tembelliğin ve aptallığın; dünyevi ve dinsel baskılardan çok daha belirleyici olduklarını hatırlatıyor bizlere…

Ülkemizde üniversiteler genel olarak, “Akademik kariyer” merkezleri olarak işlevsel.  Burada derdimiz akademiyle değil “kariyer”le; kariyer derdine düşmüş akademinin öğrencilerine ne verebileceği ve öğrencilerinden ne beklediği ile alakalı…

Akademimizin hali ile iktidarların akademiye dair tutumlarını özetleyen iki fotoğrafa sahibiz. Biri 25 yıl önce “Eğitim hayatına devam edebilmek için kendini okul korkuluklarına zincirleyen başörtülü öğrenci eylemlerine”, diğeri “Öğrencilerin okula girmemesi için kelepçe takılan üniversite kapılarına” ait, siyasal iklimimizi özetleyen iki kare.

Edward Said’in İsrail askerlerine taş atarken çekilen fotoğrafını birçoğumuz hatırlarız sanırım.

Said’in görev yaptığı Columbia Üniversitesi’nde Yahudi öğrenci birlikleri, bu fotoğraftan dolayı onun görevden uzaklaştırılması talebinde bulunurlar. Bunun üzerine üniversite, rektörü Jonathan Rupp Cole imzasıyla, 18 Ekim 2000 tarihli resmî bir açıklama yapar.

Özetle:

“Edward Said Meselesi Hakkında…

Prof. Said’le ilgili kampüsteki tartışmada bugüne kadar bu açıklamayı yapmaya yanaşmadım, çünkü Columbia’da benimsenen değerler, başından beri gayet iyi bilinir ve açıktır, teyide ihtiyaç duymaz. Yine de bunu yapacağım, zira kimi zaman üniversitenin dayandığı temel prensipleri tekrar etmek yerindedir.

Öğretim üyelerinin hakları ve dokunulmazlıkları, Üniversite Yönetmeliği’nin 70. Bölümü’nde, Columbia’daki “akademik özgürlüğün” tartışıldığı bölümde açıklanmaktadır:

“Akademik özgürlük gereğince, ders anlatan herkes sınıfta konuları tartışırken özgürdür. Araştırma yaparken ve araştırmalarının sonuçlarını yayımlarken de özgürdür.Ve özel veya kamusal alanlardaki açıklamaları ve bağlılıkları nedeniyle üniversite tarafından cezalandırılamaz…” [Fakülte Elkitabı, Columbia Üniversitesi, 2000, s.184]

Bu ilke gereğince, Prof. Said ve üniversitenin diğer mensuplarının faaliyetleri, akademik özgürlük gereğince korunur.

Columbia’da bir ifade polisi gibi davranmamalıyız.

Profesörün sınırda öteki tarafa taş fırlatması meselesine gelince: Said, üniversitenin karışamayacağı, koruma altındaki “açıklamalar ve bağlılıklar”la iştigal etmiştir. Hakkında, bizim ülkemizde veya başka bir ülkede dava açılsa bile onu üniversitenin davranış kurallarına dayanarak cezalandırmak uygun değildir. Kısaca üniversite, bir mensubunun fikirlerini açıklamasına veya davranışlarına karşı, bunlar cezai veya asli bir davanın konusu olsa bile, herhangi bir yaptırımda bulunamaz. Tepkiyi, koşullar belirler.

Aynı şey öğrencilerimiz için de geçerlidir.

Prof. Said çevresinde dönen tartışma ve fikirler, engelleme veya cezalandırma çağrıları içermediği sürece serbestçe ifade edilmeli. Said’in veya onu eleştirenlerin ifade özgürlüğünü kısıtlama fikri, her ne kadar taraflar için sevimsiz olsa da, akademik özgürlüğümüze yönelik bir tehdit oluşturur. Öğretim üyelerimizin fikirleri üzerine böylesi kısıtlamalar getirmek, bu üniversitenin saygı duyulan bir niteliği üzerinde olumsuz sonuçlar doğuracaktır.

Bununla birlikte bu olay ve tartışma, taş atmaktan çok üniversitenin yapısıyla daha temelden ilgili, çünkü bence bu, Prof. Said’in herkesçe bilinen siyasi görüşleriyle bağlantılı olmasaydı, ateşli ve sürüp giden bir tartışmanın konusu olmazdı…”

Bir üniversite için, siyasetin egemen ideolojisinin pasifleştirici etkisinden korkmadan, görüşlerini ifade etme özgürlüğüne sahip bireylerin söylem özgürlüğünü korumaktan daha temel birşey yoktur.

John Stuart Mill, “Özgürlük Üzerine” adlı eserinde: “Eğer tüm insanlığın, farklı düşünen tek bir kişiyi susturmasını haklı buluyorsanız, gün gelip de o tek kişi iktidarı ele geçirdiğinde tüm insanlığı susturmasına karşı çıkmaya da hakkınız olmaz…” diyor.

Buradan hareketle, fikirlerimizi çürütüyor ya da tehdit ediyor görünen ve çoğunluk tarafından benimsenmeyen düşüncelerin ifade edilmesine saygı gösterilmesinin neden son derece önemli olduğunu anlıyoruz.

Bizim “hakikat” kavrayışımızı, belki önyargılarımızı ve peşin hükümlerimizi sorgulayan fikirlerin, ölçü ve haddi aşmadığı sürece güvence altına alınmaları gerekiyor.

Üniversiteler farklı siyasi görüşlere sahip öğretim üyelerinin cezalandırılması veya atılması yönündeki baskı ve telkinlere, boyun eğmemelidir; aynı durum benzeşen siyasi fikirlerin ödüllendirilmesi konusunda da geçerlidir.

Bu akademik özgürlüğün olmazsa olmazıdır. Eğer Edward Said’in özgürce yazıp, konuşma hakkı inkâr edilseydi, sonraki kurban kim olacaktı? Ceza korkusu olmadan aklındakileri söyleme cesaretine kim sahip çıkacaktı?

Öğrenciler ve öğretim üyeleri doğru olduğuna inandığı pek çok şeyi yapmakta özgür olmalılar. Bu Üniversitelerin özerk yapılarının bir gereğidir. Oysa üniversite otoritesi, herhangi bir siyasal düşüncenin temsil konumunu işgâl edenlerin fikirleriyle uyuşsun diye, bütünlüklü bir fikirler kümesini garantileyecekse, akademi olmasına ne gerek var? “Gitsin, siyasal bir partinin ilçe teşkilatıyla oyalansın dursun” diyesi geliyor insanın…