Çevremizi saran seküler ve materyalist bir dünyada, ülkede ve insanlarımızın arasında yaşıyoruz.
Bazılarımız materyalist bir tarzda büyüdük. Sonra kendimizi ateist sandık. Hatta örgütlerimizin aslında faşist yapılarda olduğunu çok sonra fark ettik. Birçoğumuz kapitalist oldu, pek değişmeyen materyalist düşünceleri ile birlikte.
Bazılarımı Müslüman bir çevrede büyüdü ama kendilerini kuşatan materyalist zihniyetin nasıl çepeçevre kuşattığını farkedemediler.
Materyalist düşünce hiçbir zaman insanımızın yakasını bırakmadı. küçükten berİ eğitim sisteminin. İş ilişkilerinin, iletişim araçlarının ve devlet hiyerarşisinin etlkisi ile kişilik yapılarının onları materyalist bir tarzda şekillendirdiğini farketmedi bile.
Materyalizm’i terk edenler oldu. Ama onlarda idealizm bataklığında boğuldular. Sorgulamayan muhafazakârlara ya da bütün iradelerini sufi şeyhlere teslim ederek huzur(!) bulduklarını sananlar oldu. Öyle ya düşünmüyorsan ve sorumluluk duymuyorsan sıkıntın da olmazdı.
Çağımızın paradigması bizi Materyalizm ve İdealizm (mistisizm desek daha iyi) arasında kerpeten gibi sıkıştırdı. Sanki iki topluluktan birinin büyük hürmetlisine tabi olmak zorundayız.
Süreç bizi nasıl şekillendiriyor?
1968 Urfa: 4 yaşındayım, ailemin din'i bilgisi hiç yok. Ramazan orucu tutarlar ama o kadar, namaz falan yok. Babam Cumhuriyet Memuru olduğundan hiç cuma'ya gittiğini de görmedim. Galiba bazen arkadaşları denk gelirse bayram namazlarına giderdi.
Ramazan aylarını iyi hatırlıyorum. Babam bir mantar tabancası almıştı, her akşam Cami minaresinden atılan topun hemen arkasından sıkardım havaya. Bu o yaşlarımdan hatırladığım birkaç şeyden biri, minareden atılan topun havada oluşturduğu küçük duman bulutunu da net olarak hatırlıyorum.
1969; Daha 5 yaşındayım ilkokula erken başlıyorum. Okulun bahçesindeki büstte, sınıf tahtasının üstündeki portre de pek yabancı değil. Neden onunla ilgili, o dönemerden bir anım yok bilmiyorum? Oysa küçük oğlum, daha ilkokul 2. Sınıfta okul dönüşünde bize sormuştu “Allah mı büyük, Atatürk mü?” Benim soracak şansım bile olmamıştı galiba!
1971; Antep’teyiz, küçük olduğumdan oruç tutturmazlardı. Çocukluk merakı bir gün anneme oruç tutmak istediğimi söyledim. Sahura kalktık, ertesi gün öğlene kadar zor dayandım ve öğlen anneme "Ben oruç tutmayacağım" dedim. Annem olur dedi ve ben tuvalete zor yetiştim! Oruç tutulunca tuvalete gidilmez(!) zannediyordum.
1973; Samsun: Tek hatırladığım; Okuldaki bir kaç arkadaşın oruç tuttuklarını ispatlamak için birbirlerine dillerini gösterdiği. Beni hiç ilgilendirmeyen bir meseleyi niye tartışırlardı ki, sıkıldım ve yanlarından uzaklaştım.
1975 Artvin: Cumhuriyetin büyük başarısı; Okul birincisi bir öğrenciyim ve bana sorulan "Büyünce ne olacaksın?" sorusuna "Atatürk olacağım" diye cevap veriyorum. Başlık ile ne ilgisi var deme cahilliği göstermeyin, bu benim ilk dini inancım.
Gittikçe artan sol kültür, kelimelerime yansıyor. Orta ikinci sınıf: Devrimci sloganlar dilimizde. Bütün değerlerimize yansıyor. Devrimci yalan söylemez. Devrimci kızlarla flört etmez. Devrimci savurgan değildir, lümpen yaşamaz. Devrimci cesurdur, haksızlığın karşısında susmaz. Annem anlamadığı konuşmalarımı merakla dinliyor, telaşlanıyor ve sonuçta akşam babama şöyle dediğini duyuyorum. "Bu çocuğu yazın Kuran kursuna gönderelim"
Camiye ilk gidişim: 10–15 öğrenci halka halinde oturmuşlar, halkanın en sonuna geçiyorum.
Sandalyede oturmaya alışmışım bağdaş kuramıyorum, diz üstü durunca da ayaklarım uyuşuyor. İki karış geri gidiyorum ve caminin ağaç duvarına yaslanıp ayaklarımı uzatıyorum. " Böyle daha rahat, hatta sandalyeden de rahat" diye düşünüyorum. Tam o sırada Hoca bani sertçe uyarıyor, halkaya geri dönüyorum ve tüm keyfim kaçıyor. Cami 0–1 mağlup başlıyor maça.
Daha golün acısı geçmeden kafama bir takke takıyorlar. Ah! Kafama bir şey takmaktan hiç hoşlanmıyorum. Gözlüklerimi bile 2 sene takmadım da zorda kalınca mecbur kaldım. Hala koluma saat, hatta parmağıma evlilik alyansını bile takmam. İşte benim takıntım böyle şeyler. İtiraz ediyorum, olmaz diyorlar. 0–2 oldu.
Halkanın başındakiler bizden yaşça büyükler, ilk talebe başlıyor ve şaşkınlıkla seyrediyorum. Kafasını ileri geri sallayarak anlamadığım bir şeyler tekrarlıyor. "Sallabaş/deli galiba!" diye geçiriyorum içimden, gülecek gibi oluyorum Hoca'nın sert bakışları korkutuyor beni, 0–3 oldu.
Sıra bana geliyor, hoca elime elif cüzü tutuşturuyor, "Bunu ezberleyeceksin" diyor. "Neden?" diye soruyorum, bütün öğrenciler garip garip bana bakıyor. "Kuran okumayı öğreneceksin bununla" diye cevaplıyor. İnadım inat "Ben okuma-yazma biliyorum ki!" diye itiraz ediyorum. İyi bir fırça yiyorum, Ah ömrümce ben hiçbir şeyi ezberlemedim ki!.
Neyse 0–4 Cami mağlup ve eve dönüyorum. Anneme "Bir daha oraya gitmem" diyorum. O yıldan sonraki 9 yıl boyunca cami içi görmedim.
Başka bir memur çocuğu ile tanışıyorum. Beni tanımıyor, görüntüme güvenip bana açılıyor “Ben sağcıyım” Diyor. Şaşırıyorum, sen zengin değilsin, sadist değilsin, fanatik değilsin, burjuva değilsin nasıl sağcı olursun. Ellerini ayaklarını izliyorum sanki başka bir yaratık arıyorum.
Yaz tatili Memleketimdeyim; Tokat Reşadiye. Bazı akrabalarımla tanışıyorum ülkücüymüşler, birisi tezemin oğlu. Bir iki konuşma hemen kavgaya dönüşüyor, ayırıyorlar. Aile büyükleri karar veriyor; Bundan sonra aynı dönemlerde gitmeyeceğiz memlekete.
Orta üçüncü sınıf; Din dersi öğretmenine soruyorum; "Peygamber neden köleliği yasaklamadı?" Daha baştan Öğretmen kaybediyor, zira yasakları Peygamberin belirlediği düşüncesine bağlı cevap veriyor; "Engellemek istedi, yavaş yavaş kaldıracaktı"... Söyledikleri kem küm yani. "Neden ömrümü yetmedi?" sorusuna verdiği cevabi dinlemiyoruz bile, bütün sınıfın alaycı aşağılamaları ile Din dersi Materyalist seminere dönüşüyor.
Başka bir gün Din dersi öğretmeni ile Darwin teorisi yüzünden yine tartışıyoruz. O gün ateizm düşüncesine dönüşen bir süreç yaşıyor, Devrimci söylemlerimiz. Darwin teori değil, bilimsel bir gerçek, o halde yaratılış yok! Hala kızıyorum Darwin'e karşı çıkmak için bir tarafını yırtarmış gibi mücadele edenlere "Bizi ateizme iten Darwin değildi, sizin hezeyanlarınızdı" demek istiyorum. Takıntı da yapmasın bazı dostlarım, evrim ya da başka türlü çok da umurumda değil bu gün.
Atatürkçülüğümüzde 2 yılını doldurmuyor, biz seminer verenler, yani işi bilenler kendi aramızda konuşuyoruz "Atatürk küçük burjuva devrimcisi, ama dönemine göre ilerici sayılırdı". Artık amentümüzde Atatürk yok, O sadece ajitasyon aracı.
Devrimci abilerle ile tanışıyoruz. Biz lise sorumlularıyız. Merkezden gelenler oldukça sempatik davranıyorlar başlarda, ama zamanla hoşlanmadığımız bazı mizaçları ile karşılaşıyoruz, neyse! Diyoruz.
Eylemler hızlanıyor, dövecek karşı görüş bulamıyorlar, başka fraksiyonlar icad ediliyor ve onlar dövülüyor. Ortaokuldan beri arkadaşlarımız biraz şaşkınız. Eylem biçimleri sınırı aşmaya başladı, mitinglere gelmeyenler cezalandırılıyor. Bazen itiraz ediyoruz, realite disiplin falan deniyor. Bazen yalnız kaldığımda kişilikleri ve mizaçları düşünüyorum, dürüslüğü ve samimiyeti. Hareketler öfke ve nefret üzerine şekillenmeye başlıyor. Yetiştiğimiz devrimci imajları çizilmeye başlıyor. İnsanlar kolaylıkla harcanıyor, itham ediliyor. Ruhu okuyamayanlar meydanlarda birbirlerine bağırıp duruyorlar. Yıllar sonra aynı kişilikleri Müslüman şahsiyetlerde görmem ayrı bir travma.
Birkaç itiraz daha afaroz edilmeme sebep oluyor. Suskunluğa dönen sadece pasif destek veren birisiyim. İyi bir takipçi, katılımcıyım o kadar. Kişilere güvenim sarsıldı ama ideolojik sıkıntım yok. İlginç, bazı Müslüman çevrelerde de aynı duyguya kapıldım bir kaç kez. Ve her travma, her ayrılışı tekrar tekrar yaşıyorum. Hani Kuran olmasa devamı da aynı olacak ya.
1980; Babamın son tayini İstanbul. Gençliğimin en heyecanlı dönemi geride kalıyor. Geldiğim Lise farklı sol bir fraksiyonun hakim olduğu yer. Ama karşı görüşler var. Önde gelenler ağzımı yokluyorlar, saf rolü oynuyorum. “Ot bu” diyorlar. İyi ki farklı fraksiyon diyorum. Ama hala içimde Marksist kabuller, inançlar ve platoniğe çevrilmiş sevgi var.
12 Eylül; Korkuyorum, evdeki bütün kitapları yakıyorum. Yine de bir kaç hafta sonra merkeze çağırıyorlar. “Şimdi ayvayı yedik” diye paşa paşa gidiyorum. Acaip bir şey 2 3 kişi herşeyi biliyorlar, isim istiyorlar vermiyorum isimleri onlar söylüyor ve gülüyorlar. “Benim baskı altında olduğumu ve sonra onlardan kaçtığımı söylüyorlar, “Arada bir bize uğra” diyorlar. “Sadece beni rahat bırakın” diyorum.
Nihilist bir dönem yaşıyorum. Hayattan bir beklentim yok, sorgulamalarım sadece kendi içimde, ve genellikle onlardan da kaçıyorum.
Eski arkadaşlardan haber alıyorum, herbiri bir yana savrulmuş. Bazıları iç dünyalarına kapanmışlar. İnatla yeniden hareketlenmeye çalışanlar var, kaldıkları yerden. Ama en çokta sınıf atlayanlar dikkatimi çekti. Şimdi 90’ların sonrasında Müslümanlar arasındaki sınıf atlayıcılara ve liberalleşenlere bakıyorum. İnsanlık tarihi kadar eski, sınırlar ötesi kadar evrenselve fikirler arası kadar etkin bir problem galiba!
1982; Yeni bir arkadaş var. Bazen birbirimize açılıyoruz. Sana bu lazım diyor ve “Kuran” veriyor. Evde okuyorum eskilerin masalları deyip bir kenara bırakıyorum ve 2 yıl boyunca bir daha açmıyorum kapağını.
Yaptığınız birçok şey spontan gelişir. Gerçek boyutunu sonra daha geniş analiz eder ve daha iyi anlarsınız. Birçok tanımlayamadığımız düşünce sendromları sonradan geriye dönük incelenince daha iyi tanımlanabiliyor.
Materyalizm, idealizm suni kavgası da beni metafizik/ruhçu düşüncelerin saçmalığı yüzünden materyalizm’e meylettirmişti. Gerçi bu adil bir mücadele değildi, çevre etkisi önemli. Bunu saçma bir ikilem olduğunu fark etmem o zaman için mümkün değildi. Yıllar sonra Aliya İzzetbegoviç’in “İslam ne materyalist, ne de idealist değildir” ve Ali Şeraitinin “Düşüncede materyalist, eylemde idealist olunmaz” sözleri ile karşılaştığımda aynı şeyi düşündüm; Benden önce de bazı kişiler problemin bu boyutunun farkına varmışlar.
Sonra, varlığa ve sürece anlam biçmek için kullandığımız diyalektik materyalizm kavramını da sorguladım. Diyalektik Materyalizm’in itkisi neydi? İki şeyin çelişkisi olan bu iki şey neydi? Negatif yükler - pozitif yükler, madde – anti madde, etki-tepki diyorduk, madde içi çelişkilerden söz ediyorduk. İyi kötü kavramı zemine ve şartlara göre değişiyordu, mutlak yargı yoktu, irade açıklamaları determinizmden kurtulamıyordu. İlk fark ettiğim şey Madde içi çelişkilerin ortaya çıkardığına inandığımız madde içi irade kavramının materyalist bir tanımlamaya uymadığı oldu. Bir uyuşmazlık vardı ve bu süreç içinde materyalizm’den şüpheciliğe oradan nihilizm’e giden bir süreçti. Son nokta da “Yoksa biz Yaratıcı denilen kudrete başka isimler mi veriyorduk?” sorusu kapıyı açan bir soruydu.
Diğer yandan Darwin teorisi bir takım kanıtlarla bilimsel bir gerçeklik ifade ediyordu. Ve bize öğretilen Darwin teorisinin materyalist temellerde olup, yaratılış inancının bununla çeliştiğiydi. Açık söylemek gerekirse Darwin ateizm’e inanmamızdaki en önemli faktörlerden birisiydi. Şimdi ateizm’e meyletmenin ana müsebbibi olarak Darwin gösteriliyor, bana kalırsa din adına Darwin’e karşı çıkmak daha önemli bir etkendi. Şimdi pek de önemsemiyorum evrim ya da başka bir şey.
Yıllar bazı şeyleri tekerrür ettiriyor. Kişiliği pek farklı olmayan ama yaşadığı çevre nedeni ile başka başka inançlara kapılmış insanlarla tanışıyorum.
Şimdi düşünüyorum; Yaptığımız hiç bir şey yanlış değildi, sadece tamamlanmamış doğrulardı ve yanlış kişilerin elindeydi. Ve hala tamamlanmamış doğrular ve yanlış kişiler, birçoğu sınıf atlamışlar, yığınlar. Bir kısmı da sokak devrimcileri, idealist öğütücüleri üç beş kişiler lakin “sinek ufak ama...” misali.
İnsanların nasıl ucuzca harcandığını, kalın kırmızı çizgilerin kolayca çizildiğini ve ötekileştirmenin nasıl insan öğüttüğünü gördük. Şimdi çizgiciler bura da da karşımızda. Güçlü bir kaynağın merhameti canlandıracağını ümit ediyorum.
Çözülmenin, dağılmanın, kapitalistleşmenin, liberal sapkınlığın ne kadar güçlü olduğunu gördük. Daha güçlü bir kaynağa sahip olunması, acaba onların ruhunda hala bir zerre bırakmıştır diye düşünüyorum.
Yeterince devrimici tanıdık, cesaret ve saldırı ile kaos kışkırtıcılığı ile devrim kotarmaya kalkanları çok gördük. Eskiden azıcık düşünmeye başlayan revizyonist ve hain olurdu, karşı tarafta acilci. Şimdi pek bir şey değişmemiş kitleleri islah etmeye kalkan anında muhafazakarlaşmakla itham ediliyor. Ve sokağın ruhuna sahip olmayanlar sokağın hangi dilini insanlara anlatmaya çalışıyorlar. Daha güçlü bir kaynağın, vicdanları biraz hareketlendireceğini umuyorum.
O güçlü kaynaktan, başta kendim olmak üzere, öğüde ihtiyacımız var.
“Allah’ın kendilerini helak etmek veya şiddetle azaba uğratmak istediği topluluğa ne diye öğüt veriyorsunuz?”