Bekliyoruz: “Darbe girişimi suç değildir”de Kanadoğlu formülü?

Alper Görmüş

Giderek kuvvetlenen şöyle bir sezgim var: Darbe Günlükleri’nde açığa çıkan darbe girişimlerinin yargılanması ihtimaline karşı kurulmaya çalışılan “darbe girişiminde bulunmak suç değildir” tahkimatı, şimdi “darbe çağrısı”nı da içerecek biçimde genişletiliyor. Ergenekon soruşturmasını ve davasını “hal’etmek” isteyen çevrelerin giderek en güçlü vurguyu “itibarlı insanların silahlı-külahlılarla ne ilgisi ola”ya yapmalarını da bu fasıldan görüyorum.

Ne zamandır bu konuya dikkat çekmeye niyetleniyor, araya giren “hard” Ergenekon gelişmeleri nedeniyle bir türlü bu niyetimi gerçekleştiremiyordum. Fakat önceki hafta Prof. Mümtaz Soysal’ı televizyonda izleyip bu çerçevedeki sözlerini dinleyince, “darbe girişimi suç değil” tahkimatının da “hard” Ergenekon gelişmeleri kadar önemli olduğuna karar verdim.

Biliyorsunuz, Mümtaz Soysal “Anayasa’ya Giriş” adlı olağanüstü eserin sahibi olan bir Anayasa hukukçusu. Fakat 2002’den bu yana Türk Silahlı Kuvvetleri’ni göreve davet eden çok sayıda “Anayasa’dan Çıkış” makalesi yazdı.

Soysal, bunların ilkini 2003’ün ekim ayına altı ay kala yazmış, “Nasıl yani, 29 Ekim’i bunların iktidarı altında mı kutlayacağız, olur mu öyle şey, vakit çok azaldı, hadi!” mealinde, ama bu açıklıkta bir şeyler kaleme almıştı.

2004’te, Türkiye’de “Sarıkız” darbe girişiminin fırına sürüldüğü günlerde, Kıbrıs Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın danışmanı olarak New York’taki “Kıbrıs Toplumlararası Görüşmeler”e katılıyordu. Onunla aynı otelde kalan iki Radikal yazarına (İsmet Berkan, Murat Yetkin) “Bekleyin, ordu bu gece muhtıra veriyor” dediğini biliyoruz; ikisi de defalarca yazdı bunu.

Geldik 2005’e... Soysal’ın 9 mart tarihli yazısının başlığı şöyleydi: “Ordu istemezse olmaz...” Hoca, esprili yazısında önce Ordulular istemezse Karadeniz Otoyolu’nun açılamayacağını söylüyor, ardından da lafı şehir “Ordu”dan bildiğimiz “Ordu”ya getiriyor ve Kıbrıs’ta konuşulan çözüm gerçekleşirse Ordu’nun sessiz kalamayacağını savunuyordu. (Tövbe tövbe, insanın aklına neler geliyor; 9 Mart, akim kalmış “solcu ordu darbesi”nin yıldönümü değil miydi? Bir “tövbe” daha: Soysal’ın yazısından 10 gün kadar önce de Cumhuriyet başyazısı “Kemalistler, milliyetçiler, Milli Görüşçüler (ya da Radikal İslamcılar), sağın ve solun laik kesimleri”nden oluşan yeni “ulusalcı” ittifakı ilan ediyor, okurlarına bir de “müjde” veriyordu: “Bu ilginç gelişme Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenliğine duyarlı güçler tarafından da izlenmektedir...” Bu yazının tarihi de tamı tamına 28 Şubat 2005’ti... Gel de “tesadüfe bak” deme!)

İşte bu Mümtaz Hoca’yı önceki hafta Can Dündar’ın “Neden” programında izledim. Laf dönüp dolaşıp 2003-2004 darbe girişimlerine gelmişti ki Hoca “Oturup konuşmuş olabilirler” diye girdiği sözden, “bu bir suç değildir” diyerek çıktı. Neticede komutanlar fiilen bir darbe yapmış değillerdi.

Aynı şeyi bir başka “ağır top”un, Hüsamettin Cindoruk’un da savunduğu aklıma gelince işin ciddiyetini anladım. Cindoruk da yine bir televizyon programında (üzerinden bir yıla yakın bin süre geçmiş olmalı), ortada bir fiil olmadığı için (“mesela tanklar çıkartılmış mı sokağa” diye sormuştu lafın burasında) suçun da oluşmadığını savunmuştu.

Yani: Tanklar sokağa çıkana kadar ortada suç yok, dolayısıyla darbecileri yargılayamazsınız. Peki, ne zaman yargılayabilirsiniz? Suç oluştuğunda, yani tanklar sokağa çıktığında, yani darbeden sonra... Yani: Darbecileri hiçbir şart altında yargılayamazsınız. Mantıktaki muhteşemliği görüyor musunuz?

Bakmayın ironik takıldığıma, ben bu çıkışları ciddiye almamız gerektiği kanaatindeyim. Sabih Kanadoğlu, meşhur “367” fantezisini ilk ortaya attığında hepimiz gülüp geçmemiş miydik? Ben önümüzdeki dönemde “darbe girişimi”nin suç teşkil etmeyeceğini va’zeden bazı hukuk yorumlarının zorunlu olarak piyasaya sürüleceğine ve bunun en büyük adayının da Sabih Kanadoğlu olacağına inanıyorum.

Zorunluluk nereden kaynaklanıyor?


Son olarak birkaç cümleyle bu “zorunluluk”un nereden kaynaklandığını izah etmeye çalışacağım...

Geçen hafta kaleme aldığım bir yazıda (“Darbe Günlükleri ve davası: N’olmak ihtimali var?”) özellikle 10. Ergenekon dalgasından sonra iyice öne çıkan bir yaklaşımdan söz etmiştim. Kabaca, “darbeye zemin hazırlayanlar varsa, darbecilerin de olması gerektiğini hatırlatarak bütün bu dalgaların 2003 ve 2004’teki darbe girişimlerinin sorgulanmasına varması gerektiğini savunan” bir yaklaşımdı bu.

Geçenlerde Radikal genel yayın yönetmeni İsmet Berkan da açıkça “darbe çağrısı” yapmanın suç olup olmadığı sorusuna vereceğimiz cevaba göre İlhan Selçuk vb. kişilerin ceza alıp almayacaklarının belirleneceğini yazdı.

“Tankları sokağa salmasalar” da darbe planlayan komutanların; ya da eline hiç silah almamış olsalar da darbe çağrısı yapan bazı “itibarlı” kişilerin suç işlemiş sayılmaları gerektiği görüşü ağırlık kazandıkça, “darbe girişimi ya da çağrısı suç değildir” lobisi sesini yükseltecektir.

Buna hazırlıklı olalım, 367’de olduğu gibi hazırlıksız yakalanmayalım diyorum.

---------------------------------

Atilla Olgaç’ın “gaf”ı...

Tiyatrocu Atilla Olgaç, “esir Rum’ları öldürdüm” itirafını yaptıktan hemen sonra, Radikal muhabirine (yani gazetede yazılacağını bile bile) “Savaş bu. Onu alıp götürecek halimiz yok...” demeseydi, ertesi günkü inkârına inanacak belki birkaç kişi çıkabilirdi. Şu yazılı açıklamasına yani:

“22 Ocak tarihinde yayınlanan ‘Orada Neler Oluyor’ programında söylemiş olduğum ‘Bir esiri ve 10 kişiyi öldürdüm’ cümlesi tamamen savaşın kötü ortamını, acımasızlığını, vahşetini, insanları şok ederek anlatmak adına tarafımdan yazılmış bir senaryodur. Bütün bunların bir senaryo olduğunu açıklamak isterken, reklam dönüşü program bitmiştir. Gerçekle bir ilgisi yoktur. Kamuoyunun bilgisine...”

Reklam dönüşü program bittiği için “eyvah ben ne yaptım” demek yerine, hayır, Radikal muhabirine dönüp, olayı teyid ediyor. Bu saatten sonra bırakın dünyayı, Türkiye’den de kimseyi inandıramazdı Olgaç. Nitekim öyle oldu. Bu türden “milli” durumlarda göğsünü siper ederek icabında inandırıcılığını zedeleme pahasına hareket etme pratiği hayli zengin olan basınımız bu defa ne “dili sürçtü”ye sığındı, ne de “münferit”e...

Tabii ki, kendi ülkesinin savaşını (Falkland), “İngiliz askerleriyle Arjantin askerleri” arasındaki bir savaş olarak sunan BBC yayıncılığı yok karşımızda; o kadar da uzun boylu değil, neticede ölen Rum, öldüren Türk!

Bu psikoloji, bazı gazetelerimizi tam manasıyla “açık pozisyon”da bıraktı. Onlar da intikamlarını “itirafçı”dan aldılar ve “Allah belanı versin” haberciliğine sarıldılar. İşte üç örnek:

Hürriyet
: “Densiz Kurt...”
Star
: “Sorumsuz.”
Vatan
: “Yediği halta bak!”

TARAF