Beklentileri Bırakalım, İşimize Bakalım

MUSTAFA SİEL

Dışışleri Bakanı Ahmet DAVUTOĞLU 20 Kasım 2012 günü Gazze’de, 9 Arap Dışişleri Bakanı ve Filistin Başbakanı İsmail HANİYE’nin de hazır bulunduğu basın toplantısında; Filistin Halkının ve Kudüs’ün özgürlüğüne ve bu uğurda omuz omuza mücadele edeceklerine vurgu yaptıktan sonra; gece karanlığın en yoğun olduğu an, sabahın en yakın olduğu andır, sabah yakındır mealinde bir söz söylemiş.

Bu sözü ilk defa sanıyorum 1984 yılında duymuştum. Gerçek islamı yeni kavramaya ve hayatıma aktarmaya gayret ettiğim o yıllarda, benden biri söylemişti bu sözü. Memleketimizde islamın hakim olmasının yakın olduğuna dair umudunu belirtmek için.

O yıllarda ehli tasavvuf bir arkadaşta, Türkiye’de 1990’lı yıllarda şeriatın geleceğini, bir yerde görülen aksakallı bir zatın böyle müjde verdiğine dair şeyhinden müjde aldıklarını söylemişti. Sanıyorum bundan 2 – 3 sene evvel, Mustafa KAPLAN Akit gazetesinde yazdığı bir yazıda, 2012 yılında siyah sancaklıların ortaya çıkacağına ve islamın tüm dünyada hakimiyetinin kesin olduğuna dair beklenti ve umudunu belirtmişti.

Neticelere değil, hedeflere kilitlenmek gerektiğine dair önceki bir yazımda tenkit ettiğim bir yanlış anlayış ve beklentinin yansımaları bu verdiğim misaller. Elbette iyi niyetten, hakkın hakimiyetini arzulamaktan, çaresizlik ve acı gibi haklı sebeplerden kaynaklanıyor çoğu zaman. Genelde şevk verme, sabra davet, ayakları sabit kılma, acılara teselli olma gibi saiklerle bu tür beklentiler dillendiriliyor.

Lakin, belki ilk başta faydalı ve olumlu gibi gözükse de, gerçekleşmediği zaman (ki genelde gerçekleşmiyor), ileriye yönelik bir çöküntüye, umutsuzluğa, hedeflerden, davadan ve sabırdan vazgeçmeye yol açabiliyor. Yani genelde faydası zararından fazla oluyor bu tür beklentilere girmenin ve bunları dillendirmenin.

Üstelik, nasıl olsa olacak beklentisine girilmesi, insanları üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmekten alıkoyup, beklentilerin kendiliğinden gerçekleşmesi gibi boş umutlara yol açabiliyor. Hatta, istenen amaca ulaşmak için gayret sarf edenlere de karşı çıkılarak, nasıl olsa amaç gerçekleşecek, niye boşuna uğraşıyorsun denilebiliyor bazen. Ve hatta, bu çabaların beklenen amacın gerçekleşmesine mani olabileceği dahi iddia edilebiliyor zaman zaman.

Üstelik insanlar, gerçekçi değerlendirmeler neticesi girmiyor bu tür beklentilere. Genelde gerçeklerden kopuk, mistik bir beklentiye giriyorlar. Nitekim mehdi beklentisi de böyle bir beklenti değil mi? Hatta, mehdinin şartların en kötü olduğu zamanda geleceği beklentisi, Yahudilerin sebateyistler, hıristiyanların evanjelikler gibi bazı mezheplerinde ve şia imamiyenin bazı fraksiyonlarında görüldüğü gibi; mehdinin – kurtarıcının gelişini çabuklaştırmak için şartların iyice olumsuzlaşmasını arzulama ve hatta bunu sağlamak için gayret sarf etmeye kadar ileriye gidilebiliyor.

Gecenin karanlığının en koyu olduğu zamanın sabahın en yakın olduğu zaman olduğu kabulü, tabiat bilimleri açısından ne kadar doğrudur, o bile araştırılmıyor. Bu kabulün tabiat bilimlerce doğruluğu ortaya konmuş bile olsa, tabiat kanunlarının sosyal hayatta ne kadar geçerli olduğu da ayrı bir tartışma konusu. Eğer bu söz sadece bir temsil olarak söyleniyorsa, ki temsilde hata olmaz; bu durumda gece karanlığı değil, şartların en olumsuz olduğu zamanın ardından olumlu bir durumun ortaya çıkıp çıkmayacağı, Kur’andaki sünnetullaha dair ayetler ve sosyal bilimler ışığında da incelenmeli değil mi?

Malum olduğu üzere Kur’anda sünnetullah denilen, Yüce Allah’ın toplumsal olaylar ile ilgili sosyal kanunlarına dair ipuçları içeren ayetler mevcut. Günümüzde bu sosyal kanunlar sosyoloji denen bilim dalınca incelenip ortaya konulmaya – keşfedilmeye çalışılıyor. Bu sosyal kanunlar var olmasına varda, bizler bu kanunlara ne kadar vakıfız. Bu kanunlara çok iyi vakıf bile olsak,  gerçekleşen sosyal olayları ne kadar doğru tahlil ve analiz edebiliyoruz. Haydi bu sosyal olayların zahiri boyutunu çok iyi tahlil ve analiz ettik diyelim, bu olayların gidişatında çok önemli bir etmen olan insanların gerçek niyet ve beklentilerini, iç dünyalarını ne kadar doğru tahmin edebiliriz? Bizlerin sosyal olaylar üzerindeki tahlillerimiz ve geleceğe yönelik olumlu yada olumsuz beklentilerimiz, kuvvetli yada zayıf zanlardan ibarettir sadece.

Kaldı ki, bu tahmin konusunda çok ileri gitmiş ve oldukça bilimsel esaslar geliştirmiş olan batılılar bile, çoğu zaman çuvallıyor bu alanda. Komünizmin tüm dünyada yükselen ideoloji ve küresel güç olduğu 1980’lerde kim tahmin edebilirdi Sovyetler Birliğinin çökeceğini, komünizmin marjinal bir ideoloji haline geleceğini. Yada daha 5–10 sene önce dillerden düşmeyen tarihin sonu ve medeniyetler çatışması beklentileri, şimdiden boşa çıkmadı mı?

Üstelik islam toplumlarında geleceğe yönelik tahminler ve beklentiler, gerçekçi ve bilimsel metotlarla da yapılmıyor. Gerçeklerden kopuk değerlendirmeler ve mistik beklentiler hakim bu alanda. Mesela, islamın Türkiye ve dünyada hakim olacağına dair beklentilerin kuvvetlendiği 1980’li yıllarda, bu beklentiyi haklı çıkaracak bir ortam olmadığı gibi, şimdi de mevcut değil kanaatimce. Elbette 40 yıllık süreçte islamın anlaşılması hususunda ciddi mesafeler alındı. Lakin bu alınan bu mesafe, birbuçuk milyar olduğu söylenen islam toplumları bazında, halka ne nisbette inebildi? Üstelik, geçmişte geleneksel islamı anlayışın sıkıntılarıyla boğuşan islam toplumları üzerinde, bu gün üstüne üstlük medeniyet ve modernizmin bozucu etkileri de fazlasıyla söz konusu.

Elbette karamsarlık ve ümitsizlik yaymaya çalışmıyorum. Lakin, asıl ümit ve arzusu (reca) cennet beklentisi, asıl korkusu (havf) cehennem korkusu olması gereken Müslümanların; dünyevi neticelere bu kadar koşullanmasını, meşru ve islami de olsa bu tür beklentilere girmesini yanlış ve sakıncalı buluyorum.

Her birimiz, Yüce Allah’ın bize sağlamış olduğu imkanlar çerçevesinde imtihan olunmaktayız. Görev ve yükümlülüklerimiz de bu şartlar çerçevesinde. Gazze’deki bir müslümanın imtihan şartları ve sorumlulukları ile, bizlerin imtihan şartları ve sorumlulukları aynı değil elbette. Bizler bulunduğumuz şartlarda üzerimize düşen kulluk sorumluluklarımızı yerine getirmekle sorumluyuz. Elbette bu sorumluluğumuz, şartların olumlu yönde değişmesi için gerekli çabayı göstermeyi içeriyor, lakin mutlaka değiştirmekle sorumlu değiliz.

O nedenle, hatalı ve boş beklentilere girmeden, mevcut olumsuz şartlar bin yıl sürecekmiş gibi, en kötü ihtimalleri hesap ederek girişmeliyiz cihada. Hedeflenen değişikliklerin bizim ömrümüzü aşabileceğini, belki kuşaklar süreceğini, belki de hiç gerçekleşmeyebileceğini; önemli olanın bizim çaba göstermemiz olduğunu kabullenmeliyiz peşinen. 3.Ali İmran Suresi 139’dan 148’e kadar olan ayetleri bir kez daha okuyalım. Peygamberin şahsına dahi odaklanmamış bir dava anlayışını iyi kavramalı, kendimizi bütünün tamamı yada merkezi olarak değil, bir bütünün kendine özel işlevi olan bir parçası olarak görmeliyiz. Ağacı biz dikeriz, meyvelerini belki torunlarımız yer. Bu durumda bu meyvelerin ortaya çıkmasında, bizimde hayati bir payımız olduğu ortadadır. Bu ağaçların meyvelerini dünyada tadamasak bile, ahirette fazlasıyla tadacağımız muhakkaktır.

Elbette sosyal olaylarla ilgili değerlendirmeler yapacak, ileriye yönelik öngörülerde bulunacak, neticeler hesap edeceğiz. Lakin bu değerlendirmeleri, gerçekçi olarak ve doğru eylemlerde bulunma adına yapmalıyız. Yani, beklentilere girmek için değil, neyi nasıl yapacağımızı anlamak için yapmalıyız bu değerlendirmeleri.

Şunu da unutmayalım ki, yaptığımız değerlendirmelerdeki öngörü ve beklentiler, bizim eksik değerlendirmelerimiz nedeniyle, beklentilerimizin tam tersi de çıkabilir. Bu hususu hiç unutmamalıyız ki, eğer beklediğimizin tam tersi bir netice oluşursa dünyamız yıkılmasın, kolumuz kanadımız kırılmasın. Hani meşhur bir benzetme var ya. Tren tüneline giren birisi yürürken ileri de bir ışık görüyor da, bu ışık tünelin çıkışının ışığı mı, yoksa gelen bir trenin ışığımı, belli değil. Mesela, Mehmet Akif milli mücadele yıllarında çok ümitlenmiştir islamın geleceği üzerine, lakin savaştan sonra ortaya çıkan manzara, maalesef tam bu tren yolu tüneli misaline benzememiş midir? Hülasa, beklentileri bırakalım, işimize bakalım.