Beklenen karar

Anayasa Mahkemesi’nin kararının böyle olacağını bekliyordum, onun için kulağımla işittiğim zaman hiç şaşkınlık geçirmedim. Bu Mahkeme, Türkiye’nin Devlet Partisi’nin Yargı Kolu’nun en önemli organı olduğunu uzun süredir sergilemekteydi. “Demokratik Açılım” gibi bir politika karşısında Devlet Partisi’nin alacağı tavrın bu tavır olmasında da beklenmedik bir şey yok.

Değişen dünya koşulları (sıcağının yokluğunda en ideal varoluş biçimi olan Soğuk Savaş’ın bitmesi), Türkiye’nin de değişen iç yapısı gibi etkenler sonucunda AKP’nin iktidar olmak üzere iki seçim kazanması, Devlet Partisi’ni iyice zora soktu. “Ebedî statüko” anlayışı üstüne oturan, bütün zihnini bu ideale göre ayarlayan bir yapı için bu kadar değişim tahammül edilir şey değil. Onun için şimdi bu güçler, kendi koydukları kuralları bozarak, kendi verdikleri kararlara karşı çıkarak, cansiperane mücadele ediyorlar.

Onun için şu dönemde Yargı’nın son analizde “millî irade” denmesi gereken her türlü eğilime karşı davranışları günlük bir olay haline geldi. Bir gün Danıştay, ertesi gün Yargıtay, öteki gün Anayasa Mahkemesi, bu çeşitten yeni bir olayın kahramanı olarak ortaya çıkıyor. Ama bu hep böyleydi. 1974 yılında ünlü “Af” kanunu savaşını hatırlıyorum, örneğin. Ecevit’in gerisine düşmüş olmayı hazmedemeyen Süleyman Demirel sonunda Milliyetçi Cephe’ye varacak olan politikayı başlatmak, yani sağı biraraya getirmek için “Komünistleri affediyorlar” sloganına sarılmayı uygun bulmuştu. Bir yandan da Ecevit’in MSP ile kurduğu koalisyonu yıkmaya, en azından çatlatmaya çalışıyordu.

Manevra başarılı oldu ve oylamanın bu kısmından sonra MSP’nin bir bölümü karşı tarafa geçti. Af tam olarak çıkamadı. Konu gene Anayasa Mahkemesi’nin önüne geldi ve Anayasa Mahkemesi, bir “usul hatası” bularak oylama sonucunu geçersiz saydı. Bu öyle bir karardı ki, af kanunu çıkmış oluyordu.

O sırada Devlet Parti’sinin ağırlıklı kesimi böyle bir af çıkmasından yanaydı (ne de olsa, darbe ortamı yaratılsın diye, “affedilen” o solculara “Yürü, ya kulum!” demiş olan da Devlet Partisi’nin kendisiydi). Bunun için de, Meclis’te çok net bir biçimde tecelli etmiş olan iradeyi çiğnemekte tereddüt etmedi.

Ben de bu karardan doğrudan doğruya yararlanmış olanlardan biriyim. Ama ben yararlandım diye Anayasa Mahkemesi’nin o kararının “hukukî” olduğunu savunacak değilim.

Bireyler gelir, bireyler gider; kurumlarsa o kadar kolay değişmez; özellikle de kendilerini var eden koşullara (bunlar da belirli yapıları, belirli kurumları içerebilir) bağlı kalırlar. Türkiye’nin Anayasa Mahkemesi, 27 Mayıs darbesinin var ettiği kurumdur. Anayasa’da tanımlanan görevi de, varolan anayasayı (bunu hangi –sonuncu- darbe yapmış olursa olsun) korumaktır. Her zaman, gereğinde kendi kurallarını da bozarak, kendini var eden kuruma karşı borcuna sadık kalmıştır.

12 Eylül’de beş cuntacı general önünde kuyruğa girmiş beklerken, sıraları geldiğinde bel kırıp el sıkarken gördüğümüz heyet, tabii, o tarih diliminde bu görevde bulunan bireylerden oluşuyordu. Aslında, onların şahsında, kurumun kendisi, cuntacı generalleri kutluyordu.

Kurum bir karar daha verdi, bir parti daha kapattı. Bu kararın “yasallığı”nı tartışmaya niyetim yok. Türkiye’de siyasetle ilgili yasalar “hukukî” değildir. Onun için muhtemelen “kitapta yeri” vardır.

Böylece Tokat’ta cinayet işleyen PKK ile Devlet Partisi aynı noktada buluştular. İkisi de taretlerini “Demokrasi ve Barışçı Çözüm” girişimine çevirmiş durumda. Kürtlerin içinde “dağa inananlar” bu karardan sonra dağa daha çok inanacaklar. Demokrasiye inananlar, neye güvenip de demokrasiye inandıklarını açıklamakta daha fazla güçlük çekecekler. İki tarafta da, “savaşa devam!” narası atanlar bu noktada davayı kazanmış durumda.

En kısa özetiyle bunu “hükümetin uyguladığı politikayı devletin engellemesi”nin örneği olarak betimleyebiliriz. Türkiye’de çok sık rastlanan, ama dünyada fazla örneği olmayan bir durum.

TARAF