Abdurrahman Dilipak’ın Yeni Akit’te yayımlanan konuyla alakalı yazısını (11 Şubat 2019) ilginize sunuyoruz:
Beka Sorunu
“Beka” ne demek. Sonsuzluk, ölümsüzlük.
Baki olan sadece Allah’tır! “Küllü nefsin zaigatül mevt”; Her nefis ölümü tadıcıdır.
Bizim “Ömrün sonu” dediğimiz şey, ya da “Ölüm” dediğiniz şey “Ecel”dir. Ecel ise “ertelenmiş zaman” demektir. Bir şeyin başı varsa sonu da vardır. “Ezeli” olmayan hiçbir şey “Ebedi” de olamaz. “İbadet” denilen şey ezeli ve ebedi olanın önünde boyun eğmektir.
Müslüman aklında “Beka sorunu” diye bir sorun olamaz. Maksat bu olmasa da, son zamanlarda “Modern bir galatı meşhur” olarak hayatımıza giren böyle bir kavram var. Peygamberlerin kurduğu devletler bile hak ile yeksan olmadı mı? Nuh kavminin, Lut kavminin başına gelenleri hatırlayın.
İnsanlık “Baki” değil ki, insanların yaptıkları, onların eseri olan şeyler baki olsun!
Hem, batılın tasviri saf zihinleri idlal eder. Korkmayın, “Ecel” gelmeden ne kişi ve ne de devlet yok olmayacak. Her şeyin bir kaderi ve eceli var. Her canlı için takdir edilen bir rızık var. Hiç Kimse ecelinden önce ölmeyecek, ecelinden sonraya da kalmayacak.
Ecel her zaman tam zamanında gelir. Ne bir saniye ileri gider ne de bir saniye geri kalır. İslam dininde, insan her ne sebeple ölürse ölsün, eceli ile ölmüş olur. Ecelin ne zaman geleceğini ise sadece Allah bilir. “Ecel”, haşa bir “Beka sorunu” değildir. “Beka” konusu bir “sorun” olarak da algılanamaz.
Tamam, birileri “Beka” kelimesini “sonsuzluk” değil, “süreklilik” anlamında kullanıyor ama dini kavramları dünyevi işlerimizde kullanırken ihtiyad etmeliyiz. Çünkü kavramları yıpratıyoruz.
Eğer devletinizin yücelmesini istiyorsanız, toplum olarak liyakatinizi artırmanız gerek. İşi ehline vermeniz gerekir. Adil olmanız gerekir. “Adalet mülkün temelidir.” Adalet yoksa barış da yok. Adalet ve barış yoksa hiçbir özgürlük güvende olmayacaktır. Allah cahil ve zalim bir topluluğa kurtuluş vermez. Biz kendimizi değiştirmeden de Allah bizim hakkımızdaki hükmünü değiştirmeyecektir.
Türkiye’nin bölünmesini, dağılmasını, işgal edilmesini, çökmesini istemiyorsanız, ona göre davranmanız gerek. O zaman birbirinize düşmemeniz gerek. “Tefrika girmeden bir millete düşman giremez, toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez”.
Bir cihan devletinden geldik, Anadolu’ya sıkıştık. Anadolu doğudan, batıdan, kuzeyden, güneyden işgal edilmişti. Bugünkü sınırlarımız kurtuldu. Ama hâlâ işgalcilerden yakamızı kurtarmış değiliz. Hindistan’ı kaybettik, Endülüs’ü kaybettik. Kudüs işgal altında. Düşünsenize Kâbe bile müşriklerin işgali altında putlarla doldurulmuştu.
Eğer “Beka sorunu” diye bir şeyi tartışıyorsanız, önce biz bu noktaya nasıl geldik onu tartışmamız gerek. Tehdidi hep dışarıda aramak yerine “Biz nerede yanlış yaptık” sorusunu sormamız gerek. Unutmayalım ki, karanlık aydınlığın yokluğudur. Bizi bu tür tehdit ve tehlikelerle karşı karşıya bırakan şey sadece düşmanlarımızın hilelerinin keskinliği değil, kendi cahillik, korkaklık, hainliğimiz sebebi iledir. “Ve gul cael hakku ve zehagal batıl”; De ki! Hak geldi batıl zail oldu ve zaten batıl yok olmaya mahkûmdur. Işık gelince karanlık yok olur. Karanlık sopa ile ya da meydan okuma ile kovulmaz. Karanlığa küfretmektense kalkıp bir mum yakmak her zaman daha iyidir.
Bakınız, bir ülkede haksızlık olmaz değil, ama haksızlığına uğradığınızda hakkınızı arayıp alabiliyor musunuz, yani ülkenizde adalet var mı? Malınız, canınız, namusunuz, aklınız, inancınız, nesliniz güvende mi? Karnınız doyuyor mu? Paranız para mı, yani paranız değerini koruyor mu, ülkeniz saygın mı! İnsanlar inandıkları gibi yaşayıp, düşündüklerini özgürce ifade edebiliyorlar mı? Bunlar varsa, o toprakta insanları, onlar kim olursa olsun, kovsanız da gitmezler. Bunlar yoksa bağlasanız da durmazlar. Önce bu konuda kendimize bakalım, sonra da eksiklerimizi tamamlayıp, bu değerleri güçlendirelim. Biz bunlar olduğu zaman güçlendik, bunları kaybettiğimizde ise çöktük..
Namuslu insanlar namussuzlardan daha cesur değilse, söyleyeyim, bu hedefinize ulaşamayacaksınız. Korkularımız gerçek olacak. Rüşvetçiler, torpilciler, hırsızlar itibar görüyor, erdemli insanlar horlanıyorsa kaybedeceksiniz.
Hem zaten kazanmak ya da kaybetmek, ancak Allah’ın yardımı iledir. Allah, cahil, zalim, fasık, kâfir, münafıklar topluluğuna yardım etmeyecek. Onların işlerini sarp dağlara sardıracak. Onlarla Allah arasında bir perde vardır. Onların dualarını da kabul etmeyecek. O zaman önce Allah’ın yardımının bize ulaşmasını engelleyen şartları ıslah etmemiz gerekiyor. Yoksa işimiz zor.
Bize denmedi mi, zalimlere yardım etmeyin, sonra ateş size de dokunur diye. Partiniz bir zalimi, hırsızı aday göstermiş ve siz Allah’tan korkarak değil, ya da Allah’ın yardımını murat ederek değil, başkalarının dostluğunu ve desteğini gözeterek hırsızlara, rüşvetçilere, torpil yapan ahlaksızlara meylederseniz, ateş size de ve devletinize de dokunur. Allah cahil ve zalim bir topluluğa, onların kendilerine rehber edinenlere yardım etmez. Allah’ın yardımından mahrum olanlar için kurtuluş yoktur.
“Beka” konusu geçmişte de, farklı metinlerle yer aldı. Mesela, “Baki kalan kubbede hoş bir sada” gibi. “Baki” aslında, aynı zamanda şairin adı. Tabi onun da “Abdulbaki” olması gerekiyor! Yine İstiklal Marşında “Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal” dizelerinde “ebed”den söz ediliyor. Burada şair “sonsuza kadar” değil, herhalde “sonuna kadar” demek istemiştir. Bunlar, diğer örneklerdeki gibi bir şair cezbesi olarak da değerlendirilebilir belki! Ama sonuçta iş böyle bir noktaya geliyor.
Mesela “Kader” konusunda, “bu kaderimiz değildir”, “yazdıysa bozsun” “Kaderi değiştireceğiz”, “Kaderime isyan ediyorum”, gibi sözler haddi aşan laflardır.
Bazı sözler ilk duyuşta kulağa hoş gelse de, üzerinde düşününce aslında ne kadar tutarsız olduğu hemen anlaşılacaktır. Ama bir yanlış alenen ve tekrar tekrar söyleyince artık olağan, sıradan, genel kabul gören bir söz halini alıyor. Onun için “Galatı meşhur, belagat-ı fasihadan evladır” denmiştir. Selam ve dua ile.