Türkiye'nin ve bölgenin sorunları, dünyanın yaşadığı sorunların bir parçasıdır. Bölgemizde yaşanan sorunlar ne bu bölgeye özgüdür ne de dünyanın genel gidişinden bağımsızdır. Ortada ciddi bir kriz söz konusudur.
Küresel büyük güçler kaba (silah) veya yumuşak güç (bilimsel çalışmalar, medya, eğitim) kullanarak bu krizi örtbas etmeye çalışıyorlar. Küresel düzeyde dünyanın içinden geçmekte olduğu derin krizi anlamak için, olup bitenlere önümüze konulmuş bulunan dar açılı perspektifleri bir kenara bırakıp farklı ve elbette daha geniş ve kuşatıcı perspektiflerden bakma zarureti var. Modern dünyanın sosyal bilimler, örgün eğitim ve medya aracılığıyla bize empoze ettiği bakış açıları, dünyaya ve vuku bulmakta olan olaylara at gözlüğüyle bakmamızı sağlamaktadır.
Dünyanın genelinde, derinden derine sürmekte olan bir hareketlilik var. Kriz, hareketliliğin kontrol edilememesinden ve yöneldiği hedefin doğru dürüst kestirilmemesinden kaynaklanıyor. Kesin olan şu ki, her geçen gün çatışma potansiyelleri daha çok artıyor; insanın kan dökücü özelliği daha belirgin olarak öne çıkıyor. Yeni postmodern politik kültür bunu anlamakta yetersiz kalıyor.
Basit bir durum tespiti yapmamız gerekir: Tarihte hiç olmadığı kadar insanoğlu mekan üzerinde, hızla ve kitlesel olarak yer değiştirmektedir. Tam olarak ifade etmese de İbn Haldun'un "bedevi-haderi" kavramsallaştırması, süren hareketliliği anlamamıza bir parça yardım edebilir. İbn Haldun'a göre, bedeviler badiyeden, yani sahradan, kırsal kesim veya küçük yerleşim birimlerinden şehirlere doğru akarlar. Bu elbette "kader" değilse de bir bakıma kaçınılmazdır. Şehir, onları çeken bir cazibe merkezidir. Şehrin niçin hep cazibe merkezi olduğunu İslam bilginlerinin, özellikle sarahatle İmam Şatıbi'nin kavramsallaştırmasına (Haciyat-tekmiliyat-tahsiniyat) başvurmamızda yarar var. İlk insan toplumlarından başlamak üzere genel beşeri hareket badiyeden şehre doğrudur. Bu böyledir.
Modern zamanlarda hareketin seyrini bu yöne çeken şey (yani belirleyici faktör), sadece şehrin refah, konfor, tüketim, gösteri, eğlence, statü, özgürlük vb. kışkırtıcı unsurlarla cazibe merkezi haline gelmiş olması değil -tabii ki bunların önemli etkisi söz konusudur-, fakat belki bunlardan daha çok, kırsal hayatın giderek daha çok yoksullaştırıcı, yaşama şartlarını zorlaştırıcı olması ve taşıyıcı araçlar -medya, eğitim, eğlence kültürü, turizm, spor, ulaşım teknolojisi vs.- yardımıyla kırsal kesimdeki insanın bedeniyle köyünde zihni ve ruhuyla kente taşınmış olmasıdır. 1750 sanayi devriminden bu yana süren modernizasyon ve şimdi gezegen ölçeğinde empoze edilen kalkınmacı politikalar sonucu kırsal kesim itici olmaktadır, kentin çekici olması bunu takip eden bir olgudur.
Sanayi devrimi 1950'de tamamlandı, göç ve demografik hareketlilik sona ermedi, sadece nitel bir değişime uğradı. Üç aşamada gerçekleşen bedevi göçün üçüncü dalgasının sürdüğü aşamadayız. Her iki göç dalgasında önemli sorunlar yaşandı, hiç kuşkusuz üçüncü dalganın ortaya çıkardığı sorunlar diğerlerinden farklı olacaktır. İlk dalga kırsal kesimlerden-köylerden kentlere; ikinci dalga küçük kentlerden büyük kentlere doğru göç şeklinde vuku buldu. Üçüncü dalga göçün karakterinde temel bir değişiklik var, bu sefer kentlerin varoşlarından-kenarlarından merkeze doğru yönelen hareketlilik olarak söz konusudur.
BM'nin açıkladığı Nüfus Raporu'na göre, beşeriyetin tarihte ilk defa 2008 yılında nüfusunun yüzde 50'si kentlerde yaşar hale gelmiş bulunmaktadır. Önümüzdeki 20 sene içinde Çin Halk Cumhuriyeti ve ABD nüfusu kadar insan, yani 1 milyar 700 milyon kişi daha kentlere doğru göç edecektir. Bu durumda bedevi hareketliliğinin artık sahradan, kırsal kesimlerden veya köylerden değil, kentlerin kenarlarından merkeze doğru bir seyir takip etmekte olduğunu söyleyebiliriz. Bunun ne gibi politik, sosyal, fizikî ve kültürel derin sorunlara yol açacağı konusu üzerinde oturup düşünmek lazım.
Zaman gazetesi