BEA’den sonra ihanet sırası Suudi Arabistan’da mı?

​​​​​​​Türkiye ve İran’dan algıladıkları askerî ve ideolojik tehditleri dengelemek için İsrail ve ABD’nin aktif desteğine ihtiyaç duymaları ve içinde bulundukları ekonomik zorluklar, Suudileri İsrail'i tanıma konusunda BAE’nin peşine takılmaya zorluyor.

Dr. Necmettin Acar / Anadolu Ajansı

Geçtiğimiz hafta ABD nezaretinde Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile İsrail arasında yapılan ve iki ülke ilişkilerini normalleştirmeyi öngören anlaşma gözlerin Riyad yönetimi üzerine çevrilmesine yol açtı. BAE ile İsrail arasında bugüne kadar perde gerisinde yürütülen yakın ilişkilerin alenileşmesi zaten beklenmekteydi. Her ne kadar beklenen bu adım Abu Dabi’den gelse de, bölgesel sonuçlar doğuracak asıl kararı verecek olan Riyad yönetimidir. Çünkü Suudi Arabistan, işgal ettiği jeopolitik konum, temsil ettiği değerler, ekonomik gücü, diplomatik ağırlığı ve demografisi sebebiyle Türkiye, İran ve Mısır’la birlikte Orta Doğu’nun dört mihver ülkesinden biridir.

Bölgenin mihver ülkelerinden olan Mısır 1979 yılında Camp David anlaşması ile İsrail’i tanıyan ilk Arap ülkesi olmuştu. Bu dönemde Suudiler öncülüğünde hareket eden Arap Birliği üyesi ülkelerin girişimiyle Mısır Arap Birliği’nden çıkarılmıştı. Arap Birliği’nin merkezi Kahire’den Tunus’a taşındı ve Arap ülkeleri Mısır’a “Arap ve İslam davalarına ihanet ettiği” gerekçesiyle ciddi ekonomik ve diplomatik yaptırımlar uyguladılar. Çünkü bu dönemde Suudiler, devrim sonrasında İslamcı bir politika takip eden İran’dan gelen ideolojik meydan okumaları savmak için İran’la “kimin rejimi daha iyi Müslüman” yarışına girmişti.

Bugün BAE, Umman, Ürdün ve Bahreyn gibi bölgesel ve küresel siyasette sınırlı etkisi olan aktörlerin alacağı tutumun bölgesel meselelerde bir sonuç doğurma ihtimali zayıf. Bölgedeki bu aktörlerin aldıkları tutum Suudilerin bu konuda adım atmasına uygun bölgesel ve küresel atmosfer oluşturmak ve Suudileri İsrail’le perde gerisinden zaten normal olan ilişkilerin alenileştirilmesi yönünde zorlamaya dönüktür. Ancak bölgesel ve küresel siyasetin mevcut kırılganlıkları, Suudileri İsrail’le ilişkilerini alenileştirme konusunda bir ikileme sevk etmekte. İsrail’le ilişkileri normalleştirmek/alenileştirmek, bölgedeki mevcut güvensizlik ortamında Suudiler için hayati önem arz eden ABD ve İsrail’in aktif güvenlik desteğini sağlayabilir. Ne var ki Filistin meselesine sırtını dönen Riyad yönetimine, Türkiye liderliğindeki Sünni ve İran liderliğindeki Şii eksenden yönelecek etkili bir ideolojik meydan okuma, daha ciddi güvenlik sorunlarına yol açacaktır.

Suudiler için en büyük tehdit askerî mi, ideolojik mi?

Başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleri, Nasır’ın 1962 yılından itibaren Yemen’e Mısır ordusunu sevk etmesi ve Saddam Hüseyin’in 1990 yılında Kuveyt’i işgal etmesi dışında, tarihleri boyunca ciddi bir askerî tehditle karşı karşıya gelmediler. Körfez siyasetini yakından takip edenler bilirler ki Suudi Arabistan dâhil Körfez’in statükocu rejimleri, askerî tehditten ziyade politik meşruiyete yönelen ideolojik meydan okumalara karşı daha hassas ve savunmasızlardır. Bu durumun en önemli sebebi, ideolojik meydan okumaların tüm bölgede yöneticilerle halk arasında zaten var olan uçurumu daha da derinleştirebilecek olmasıdır. Bu yüzden uzun yılar boyunca bu ülkelerde güvenlik sektörüne ayrılan devasa bütçeler, dışarıdan gelecek askerî tehditleri caydırmaktan ziyade -bu ülkelerin böyle bir kabiliyeti hiçbir zaman olmadı- rejimlerin meşruiyetine yönelecek tehditleri dengelemeye yöneliktir. Bu rejimlerin ideolojik tehditler karşısındaki hassasiyeti ve savunmasızlığı rejimlerin yapısıyla yakından alakalı.

Abdülaziz bin Suud tarafından resmi olarak 1932 yılında kurulan Suudi Arabistan devleti Suudi hanedanı tarafından yönetilen bir “hanedan monarşisidir”. İlk defa 1932 yılında siyasi birliğe kavuşan bugünkü Suudi Arabistan toprakları bünyesinde jeopolitik ve ideolojik kırılganlıklar barındırıyor. Orta Arabistan (Necid) kökenli bir kabile olan İbn Suud tarafından kurulan Suudi Arabistan’ın siyasi yapısı Doğu Vilayeti, Güney Arabistan ve Hicaz bölgesinin gönülsüz birlikteliğine dayanıyor. Bunda İbn Suud hanedanının bu bölgeleri İngiliz-ABD desteği ve silah zoruyla Riyad’a bağlamasının da önemli bir payı var. Ülke siyasetine yakından bakıldığında Necid dışındaki kabilelerin önemli mevkilerden (ordu, bürokrasi, ekonomi) dışlandığı rahat bir şekilde görülebilir. Ülkede tahta çıkma konusunda anne tarafındaki soy faktörü önemli bir avantaj veya dezavantaj teşkil edebiliyor. Anne tarafından Necid kökenli olmayan prenslerin taht rekabetinde başarı şansları oldukça sınırlı. Örneğin Talal bin Abdülaziz ve Mukrin bin Abdülaziz gibi annesi Yemen kökenli prensler Suudi tahtına çıkamamışlardır. Necid kökenli kabilelerin ülke siyasetindeki bu baskın gücü, Şiilerin yoğun olarak yaşadığı Doğu Vilayeti’nde, Hicaz bölgesinde, Asir, Zizan ve Necran gibi Güney Arabistan’da hiçbir zaman kabul görmemiştir. Suudi tarihi boyunca bu üç bölgeden çıkan çok sayıda yönetim karşıtı ve ayrılıkçı isyan girişimi, bu gönülsüz birlikteliğin en açık kanıtıdır.

Suudi Arabistan’ın resmî ideolojisi olan Vehhabiliğin ülke tarihi boyunca Hicaz, Doğu Vilayeti ve Güney Arabistan’da kabul görmemiş olması da yukarıda ifade edilen coğrafi bölünmüşlüğün ideolojik alanda da paralel bir bölünmüşlüğe yol açtığını gösteriyor. Vehhabiliğin özellikle Hicaz bölgesinde kabul görmemesi Suudi Arabistan’daki meşruiyet krizini derinleştirmekte. Çünkü Suudi kralları meşruiyetlerini önemli ölçüde İslam’dan ve İslam’ın iki kutsal mekânı olan Mekke ve Medine’ye hükmetmekten alıyorlar. 1980’li yıllarda İran kaynaklı “Devrimci İslam” ideolojik meydan okuması Suudi Arabistan’da rejimin meşruiyetini sarstığında, Suudi kralları isimlerinin başında “iki kutsal mekânın hizmetçisi” anlamına gelen “Hâdimü’l-Harameyni’ş-Şerifeyn” sıfatını kullanmaya başladılar.

Ülke demografisine yakından bakıldığında, nüfusun yaklaşık dörtte üçünün gençlerden oluştuğu görülüyor. Vehhabi ideolojisinin tüm ülkede kökleşmesini sağlayarak politik meşruiyeti güçlendirmek isteyen Suudi yönetimi bu genç nüfusu uzun yıllar boyunca yoğun bir teoloji eğitiminden geçirdi. Bu politikada, 1980 sonrası İran’la girilen “kimin rejimi daha iyi Müslüman” yarışının da etkisi olmuştur. Fakat son yıllarda azalan petrol gelirlerinin yol açtığı ekonomik darboğazlardan korunmak için ekonomisini çeşitlendirmek isteyen ve güçlü bir endüstriyel kapasite için yetişmiş insan kaynağına ihtiyaç duyan Riyad yönetimi yurt dışına çok sayıda öğrenci gönderme politikasına yöneldi. Hızla artan genç nüfus, uzun yıllar Avrupa ve ABD’de yaşadıktan sonra ülkesine dönen genç Suudiler ve kitle iletişim araçlarının yaygın kullanımı, ulus-aşırı ideolojilerin Suudi Arabistan’da yayılışını hızlandırdı. Bu durum, başta genç nüfus olmak üzere Suudilerde güçlü bir değişim arzusu açığa çıkardı.

Suudi rejiminin yapısına dair yukarıda sayılan her üç unsur Suudi Arabistan’da rejimin ideolojik meydan okumalara açık hale gelmesinin ve rejimin bu meydan okumaları savma konusunda yetersiz kapasiteye sahip olmasının en önemli sebebidir.

Suudi iç siyasetinde Filistin meselesi

Tarih boyunca Suudilerin ciddi ideolojik meydan okumalara maruz kalmasında Filistin meselesinin önemli bir rolü bulunuyor. Örneğin 1960’lı yıllarda Mısır Cumhurbaşkanı Nasır’ın Suudi rejimine yönelttiği “Pan-Arabizm” ideolojik tehdidiyle 1980’li yıllarda Humeyni yönetimindeki İran’dan gelen “Devrimci İslam” ideolojik meydan okumaları Filistin meselesiyle yakından alakalıdır. Her iki dönemde de Suudi rejimi içeride çok ciddi darbe teşebbüsleri ve isyan girişimleriyle uğraşmak zorunda kalmış, ABD’nin Eisenhower (1957), Nixon (1969) ve Carter (1980) doktrinleriyle sağladığı aktif destek sayesinde ayakta kalabilmiştir. Suudi dış politikasının uzun yıllar boyunca en önemli ilkesi olan “Arap ve İslam davalarına bağlılık” İran, Suriye, Irak ve Mısır gibi çevre ülkelerden yayılan ideolojik meydan okumaları savmak isteyen Suudi yönetiminin en önemli dayanağı olmuştur.

Burada şaşırtıcı olan İran, Suriye, Irak ve Mısır gibi çevre ülkelerden gelen ideolojik meydan okumaların Suudi hanedanı, ordusu ve bürokrasisi içinde de ciddi taraftar bulmuş olmasıdır. Bu durum rejimin ideolojik meydan okumalar karşısındaki hassasiyetini ve savunmasızlığını artırmıştır. Örneğin bugün Suudi tahtı konusunda Muhammed bin Selman’ın en önemli rakibi olan Velid bin Talal’ın babası Talal bin Abdülaziz, Kral Faysal ile girdiği taht mücadelesini kazanmak için 1960’lı yıllarda Arap dünyasında oldukça popüler olan İsrail karşıtı sosyalist Arap milliyetçiliğine yönelmişti. Prens Talal, bu ideolojiye gönül veren hatırı sayılır hanedan üyesinin katılımıyla oluşan “Özgür Prensler” hareketine de liderlik etmişti. Bu dönemde Suudi ordusundan çok sayıda üst düzey subay da Pan-Arabizm ideolojisinin cazibesine kapılmıştı. Riyad yönetimi 1960’lı yıllarda bu subayların katıldığı bir dizi darbe teşebbüsüyle uğraşmak zorunda kaldı. Benzer şekilde Humeyni’nin “Devrimci İslam” söylemi de başta Doğu Vilayeti olmak üzere Suudi Arabistan’da geniş bir yankı uyandırmış, çok sayıda rejim karşıtı isyan girişiminin ortaya çıkmasına yol açmıştır.

Arap Baharı sonrası artan kırılganlıklar Suudilerin ikilemini derinleştiriyor

2010 yılında başlayan Arap Baharı süreci Suudilerin ideolojik alandaki kırılganlıklarını artırmış, güvensizlik hislerini derinleştirmiştir. Bu süreçte Irak, Suriye, Yemen ve Libya’da çökmüş devlet sistemleri ve iç savaşlar, ABD’nin “Asya Pivot” stratejisiyle Orta Doğu’daki müttefiklerinin güvenlik garantörlüğü rolünden vazgeçerek Çin’e odaklanması gibi gelişmeler, her ne kadar bugüne kadar bir “istikrar adası” olarak kalmayı başarsa da, Suudi Arabistan’ın güvenliğini zayıflattı. Yine bu süreçte küresel enerji piyasasında yaşanan radikal değişiklikler Suudilerin küresel enerji piyasasının lideri rolünü ortadan kaldırdı ve petrol fiyatlarının düşmesine bağlı olarak azalan petrol gelirleri de ciddi ekonomik darboğazlara sebep oldu. Azalan petro-dolarlar, ABD’nin uzun yıllar sağladığı güvenlik garantörlüğünden vazgeçme eğilimleri ve tüm bölgede devam eden iç savaş ve gerginliklerin yol açtığı Arap toplumundaki radikalleşme eğilimleri, Suudilerin ideolojik meydan okumalara karşı hassasiyetini artırıyor.

Bugün Suudiler önemli bir ikilemle karşı karşıya: Ya BAE’nin peşine takılarak İsrail’le ilişkileri normalleştirerek uzun yıllar dış politikanın değişmez ilkesi olan “Arap ve İslam davalarına bağlıktan” vazgeçecekler ya da Filistin meselesinde, önemli ölçüde aşınmış olsa da geçmişteki pozisyonlarını korumaya devam edecekler. Burada şu gerçeği de ifade etmekte yarar var: Riyad’ın bu hususta BAE gibi küçük bir aktörün peşine takılması Suudilerin ulusal onurları için ağır bir darbe olacaktır.

Türkiye ve İran’dan algıladıkları askerî ve ideolojik tehditleri dengelemek için İsrail ve ABD’nin aktif desteğine şiddetle ihtiyaç duymaları ve içinde bulundukları ekonomik zorluklar, Suudileri BAE’nin peşine takılmaya zorluyor. Fakat ülkede böyle önemli bir politik değişimi taşıyabilecek güçlü bir siyasi iradenin yokluğu bu politikanın takibini zorlaştırıyor. Bugün ülke, Muhammed bin Selman’ın liderlik ettiği, büyük çoğunluğu genç ve tecrübesiz bir kadro tarafından yönetiliyor. Aynı zamanda genç, tecrübesiz ve maceracı prensin arkasında, geçmiş yıllarda kral amcalarının sahip olduğu, güçlü bir hanedan desteği de bulunmuyor. Çünkü Muhammed bin Selman, son üç yılda tahta giden yoldaki rakiplerini ortadan kaldırmak için giriştiği sindirme operasyonları ve tutuklamalarla Suudi hanedanında derin bir çatlağa sebep oldu. Suudi iç siyasetinde profilinin zayıflaması, tahta çıkma konusunda oldukça iddialı olan Muhammed bin Selman’ın ABD seçimlerine ve Donald Trump’ın zaferine bel bağlamasına yol açıyor. İsrail ile normalleşmeyi kendisini tahta taşıyacak bir dış politika aracı olarak yorumlaması, Muhammed bin Selman’ı bu yönde teşvik edebilir.

Şu da bir gerçek ki Riyad ABD ve İsrail’in aktif desteği için İsrail’le normalleşmeyi seçerse, Türkiye’nin liderlik ettiği Katar ve Müslüman Kardeşler’den oluşan Sünni ve İran’ın liderlik ettiği Şii blok kaynaklı sert bir ideolojik meydan okumayla karşı karşıya kalacaktır. Özellikle Filistin davasına aktif destek vermeyi en önemli dış politika gündemi olarak kabul eden Türkiye’nin Suudilerin Filistin meselesine sırtını dönmelerine sessiz kalmayacak olması, Riyad yönetiminin sadece Orta Doğu ve İslam dünyasında değil, Suudi iç siyasetindeki itibarına bile önemli ölçüde zarar verecektir. Bu gerçek, İsrail’le ilişkilerini normalleştirmesi durumunda, Riyad’ın güvenliğini güçlendirmek yerine zayıflatacak sonuçlar doğurabilir. Türkiye ve İran gibi iki önemli aktörün Suudi rejimine yönelteceği ideolojik meydan okumaların, içeride devam eden taht mücadelesi, ağırlaşan ekonomik sorunlar ve ülke genelinde rejimden hoşnutsuz çevrelerin muhalefetiyle birleşmesi durumunda, tıpkı geçmişte olduğu gibi hanedan içi bölünmeler ve rejime yönelik isyan girişimleri ortaya çıkabilir.

ABD ve İsrail’in aktif desteği Suudilerin askerî güvenliğine önemli bir katkıda bulunsa da ideolojik alandaki kırılganlıklarını benzersiz ölçüde artıracaktır. Yazının başında da ifade ettiğimiz gibi, başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez monarşileri askerî tehditten ziyade ideolojik meydan okumalara arşı hassas ve savunmasızdır. İşte bu gerçek Riyad’ın İsrail karşısındaki ikilemini derinleştiriyor.

[Dr. Necmettin Acar Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü başkanıdır]

Yorum Analiz Haberleri

Suriye devrimine çarpık ve indirgemeci yaklaşımlar
Yılbaşında normalleşen haram: Piyango
Yapay zeka statükocu mu?: ChatGPT'de cevaplar neye göre değişiyor?
Devrim ile derinleşen kardeşlik: Suriye & Türkiye
Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!