Bugünlerde siyaset konusunda en çok konuşulan konu BDP’nin anayasa değişikliği karşısında aldığı genel tavır, ama özel olarak da, “parti kapatma” konusundaki tavrıyla bunun sonuçları oldu. Türkiye bir “paradokslar, çelişkiler, sürprizler” toplumudur, bunu hepimiz biliriz; gene de, sürprizler karşısında edindiğimiz bağışıklığı sarsan olaylar olabiliyor: en sık kapatılan partinin bu davranışı göstermiş olması bence pratik bir anlamda değil ama simgesel olarak son derece ilginçti.
“Pratik bir anlamda değil” diyorum, çünkü geçen gün de yazdığım gibi, paket Cumhurbaşkanı onayı aşamasından geçer geçmez CHP soluğu Anayasa Mahkemesi’nin kapısında alacak. Son birkaç yıllık davranışlarını izlediğimiz Mahkeme’nin ne var ne yoksa iptal edeceğini kuvvetle tahmin ediyorum. Bu nedenle –yani sonuç bu olacaksa- paketin içinde parti kapatmayla ilgili bir maddenin bulunması ya da bulunmaması bir şey farkettirmez, diye düşünüyorum.
Ama simgesel anlamı şüphesiz çok önemli. Olayı gören herkes burada “irrasyonel” bir durum olduğunu telsim ediyor. Ama politikada hep olduğu gibi, her mantıksızlığın bir mantığı vardır. Bu da öyle olmalı.
Bu sabah Taraf’ta Selahattin Kaya’nın Neşe Düzel’e söylediklerini okuyunca, bu “mantık” biraz daha netleşti. Kaya, bir düzeyde, “devlet istedi mi, nasıl olsa kapatır partiyi” demiş oluyor ya da BDP’nin böyle düşüneceğini söylüyor. Bu, iki şekliyle de doğru ve aslında bu ülkede hukukun “gerçeklik düzeyinde” nasıl kavrandığını açıklıyor. “Siyasi hedef” karşısında hukuk bir anlam taşımaz... Çıkarılacak ders bu. Ülkenin hukuk kurumları şimdiye kadar ki kararları ve davranışlarıyla, çıkarılacak bundan başka ders olmadığını yeterli açıklıkla gösterdiler. BDP de dersini almış, diyebiliriz.
Ama bir de BDP’nin bu ya da herhangi bir kararı nasıl verdiği sorusu var ortada. Selahattin Kaya ona da kısmen cevap veriyor. “Kürt siyaseti” genel kavramın içinde yer alan bazı mercilerin bir konuda ne düşündüğü, BDP’nin ne düşündüğünden daha önemli. Belirleyici olan da o zaten. Bunun böyle olduğunun kanıtları, örnekleri çoğaldıkça, BDP’nin herhangi bir olay karşısında bir şey düşünmesi bile fuzulî bir eylem sayılabilir, çünkü o düşünce ne olursa olsun, karar başka yerden tebliğ edilecek. Bu durum, “legal siyaset” denen platformda duran BDP için (kendisinden önceki bütün Kürt partileri için olduğu gibi) tedirgin bir konum yaratıyor elbette. Ona bu gözle bakmak isteyenlerin de güvenini sarsıyor. Ama bu zaten baştan kabul edilmiş bir konumlanma.
Gene yakın geçmişte, benzer bir kriz durumunda, DTP (hangi adı söyleyeceğimize karar vermek de bayağı zor) “sine-i millet”e dönme kararının eşiğine gelmişti. Bu karardan niçin ve nasıl vazgeçildiğini hepimiz hatırlıyor olmalıyız. Öyle bir karar, şüphesiz, “Biz bu Parlamento’yu bir çözüm platformu olarak görmüyoruz, öyle kabul etmiyoruz” anlamına da gelecekti. Ama Abdullah Öcalan “parlamentoyu bırakamayın” dedi; onlar da bırakmadılar.
Aradan fazla bir zaman geçmedi, bu anayasa değişikliği paketini ciddiye almama ve desteklememe kararı geldi. Bu, gene öteki, Parlamento’nun kendisini ve genel olarak parlamenter süreçleri, bunların sonuçlarını ciddiye almayan zihniyetin mantığına uygun bir davranıştı. Bu arada bir de “orta yoğunlukta savaş” sözü yayıldı. Niye bir gün öyle, bir gün böyle? Olsa olsa, bu süre içinde beklenen bir şeylerin olmamasına bağlanabilir bu durum.
Ancak, şu “aynı anda birkaç platformda olma” durumu (ki bu, kolaylıkla, “hiçbir platformda olmama”ya dönüşebilir) içinde bulunduğumuz dönemde Kürt halk kitlelerinin umut ve beklentilerine uymuyor, onlarla örtüşmüyor. Bu bana anlamlı bir dönemeç, bir yol ayrımı noktası gibi görünüyor.
TARAF