Bayram günlerinde, dereden tepeden...

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

secakirgil@yahoo.com

*Mübarek Ramazan’ın sona ermesi ve erişilen Bayram münasebetiyle.. Ramazan’da kazanılmış değerlerin geleceğin kurulmasında etkili olması ve gelecek Ramazan’larda daha ileri merhalelerin bir basamağını teşkil etmesi dileğiyle tebriklerimi, onun bereketini idrak etmemiz ve o berekete nail olmamız  dileklerimi sunuyorum..

*

Bu vesileyle, özellikle müslüman coğrafyalarından bazı ilgi çekici notlara kısaca değinelim..

Aman, slogandan ibaret diye, Kudüs Günü unutulmasın..

Kudüs Günü gösterileri ve toplantıları yapıldı, muhtelif müslüman coğrafyalarında..

Bazı mekanlarda ve diyarlarda ateşli nutuklar çekildi, yine..

Ki, biz bu gibi ateşli nutukları yarım asırdan fazla zamandır dinleyip durmaktayız..

Ama, yarım asırda fazla bir mesafe aldığımızı da söyleyemeyiz..

Halbuki, Theodor Herzl’in, yahudilerin de dünya üzerinde bir vatanlarının olması ideali için  1897’de İsviçre-Basel’de tertiblediği ilk Siyonist Kongresi’nde ele aldığı konular, iki bin yıl vatansız kalmış olan yahudilere, 50 yıl sonra, 1947’de, çalma, gasbedilme neticesinde de olsa, bir toprak parçasını hediye ediyordu..

Ama, bu Kudüs Günü toplantıları, gösterileri de olmasa, daha bir boşluğa düşmez miyiz?

Hani, 100 yıl öncelerde Kuzey Buz Denizi’nde buz dağlarına çarparak batan ünlü Titanic  vapurundan kurtulan bir kadının kızına anlattıkları vardır ya..

Anne, gecenin karanlığında binlerce insanın sudaki çırpınışlarını anlatır ve kızı da dinler.. Ve ‘o çırpınışlar çok dehşetli olmuştur değil mi, anne?’ der.. 

Anne karşılık verir: ‘Kızım asıl korkunç olan, o feryadlar değildi, o feryadların kaybolmasıydı..’

Biz de, bu Kudüs Günleri’nin de olmadığını düşünsek, asıl facia, o olmaz mı?  

*

Bu kavmiyetçi veya mezhebçi anlayışlar, dehşet verici değil mi?

Kudüs’ün ve bütünüyle Filistin’in kurtarılması elbette her müslümanın ideallerinden birisi olmak durumundadır..

Ancak, bu günün kavmiyetçi duygulardan temizlenmesi gerekirken, arabçı, türkçü, farsçı vs. gibi, etnik güç gösterilerine vesile olduğunu görmekteyiz..

Nitekim, bu yılın Kudüs Gününde, Lübnan- Hizbullah Lideri S. Hasan Nasrullah yaptığı konuşmada, konuyu arabçı bir pencereden bakmak gibi bir yanlışa düşmüştür..

İsrailisimli siyonist rejime karşı çetin mücadeleleri teşkilatlandırmasıyla her türlü övgüye lâyık olan Nasrullah, bu son Kudüs Günü’nde yaptığı konuşmasının bir bölümünde dile getirdikleriyle şaşırttı, beni..

Seyyid H. Nasrullah özet olarak, şöyle diyordu: ’Biz Kur’an’da ve nebevî hadislerde belirtildiği üzere, Allah’ın bu toprakları İbrahîm’in Nesline va’dettiğini inkar etmiyoruz.. Çünkü, Kur’an’a ve Ahd-i Atîq’e (Tevrat’a) ve tarihî hadiselere baktığımızda, bu toprakların İbrahîm Nesline verildiğini görüyoruz, ama, arabların büyük bir kısmı, İbrahim Nesli’ndendir..

Ve, Allah, siyonist kaatillere vaadde bulunmamıştır ve bulunduğu söylenirse, o vaadini geri almıştır..’  

’İbrâhim Nesli’nden, ’Âl-i İbrahîm’den maksadın etnik olmadığını, onun bir ’imanî beraberlik’ olduğunu Nasrullah gibi birisinin gözardı etmiş olması, teessüfe şayandır..  

*

Bu vesileyle berlirtmeliyim ki, Tunuslu müslüman liderlerden Râşid el’Ğannuşî de, Tahran’a geldiğinde, bir Cuma Namazı öncesinde yüzbinlerden oluşan bir cemaate hitaben yaptığı ve televizyondan da canlı yayınlanan  konuşmasında Kudüs’den ederken, Kudüs Mes’elesi’nin bir Arab- İslam Mes’elesi olduğunu defalarca tekrarlamıştı.. Üstelik, muhatab kitle içinde belki de arab kavminden olanlar yüzde 1 bile değillerdi..  Bu yaklaşım tarzının yanlışlığını, kendisine hatırlattığımda, önce o kadar sık vurgu yaptığının farkında bile olmadığını farketmiştim.. Ama, ardından gelen itiraf daha bir acıydı..’Arab demeksizin, sadece İslam diyecek olursak, kamuoyunda bizim sözlerimize pek kulak veren olmaz..’ demişti, özetle..

*

Libya liderinin bu ‘Fâtımı aşkı’ neden dersiniz?

Bir diğer örnek..

Libya’nın ‘delifişek’  lideri, Ramazan’ın son günlerindeki Qadir Gecesi münasebetiyle yaptığı bildirilen ve Cezayir’de yayınlanan ‘El’Akhbar’ isimli gazetede yer alan bir konuşmada ilginç laflar etmiş: ‘Âşûrâ bizimdir, Nebiyyi Ekrem (S) bizdendir.. İmam Ali bizdendir.. İmam Hasan ve İmam Huseyn bizdendir.. Biz, ‘Resulullah’ın şiası (tarafdarı-bağlısı)yız’..  İmam Ali’nin şiasıyız.. İmam Hasan ve Huseyn’in şiasıyız.. Ebu Tâlib de bizdendir.. Biz Fâtima’y-ı Zehra’nın dostlarıyız.. Biz, Ehl-i Beyt’in harimini savunmakta, fars kavminden önce biz arablar daha bir evleviyeti, önceliği haiziz.. 

Ve, ümid ediyorum ki, şiîliğin bayrakdarı olan Fâtımîler Devleti’nin Kuzey Afrika’da ihyasının, yeniden tesis edilmesinin günü gelmiştir ve bu, başkalarından önce arablara aiddir. Ve bu ihya, İslam dünyasını yeniden birleştirebilir...’

Kaddafi, ayrıca, müslümanların bugünkü perişanlığının, sahih  Ehl-i Beyt kültüründen uzak kalmalarından kaynaklandığını da eklemiş..

Hatırlıyalım ki, Fâtımîler Devleti, miladî-910 ilâ 1170 yılları arasında Mısır, Libya, Tunus, Cezayir ve Fas üzerinde 280 yıl kadar hüküm süren ve şiâ tarihinde, 7 İmam Kolu olarak isimlendirilen  İsmailiye koluna bağlı olan bir uygulamaydı.. 12 İmam (İmamiye-i İsna-Aşeriyeyye) yorumuna bağlı İran İslam Cumhûriyeti’nin Fâtimî’lere sıcak bakmadığı tahmin edilebilir.. Ancak, Kaddafî, son birkaç yıldır, Kuzey Afrika coğrafyasında Fâtimî’leri bir birlik olgusu olarak sürekli gündeme getirmeye çalışmakta..

Bu arada, 30 yıl öncelerde Libya’da kaybolan ve Kaddafî tarafından kaybettirildiği ileri sürülen  (Lübnan-Hizbullah Hareketi’nin temelini oluşturduğu kabul edilen) İmam Mûsâ Sadr’ın hâlen de hayatta olabileceği ihtimali ve bu gaybubetin baş sorumlusunun Kaddafî olduğuna dair İİC medyasında pek çok yayınlar yapılmakta, özellikle de son zamanlarda..

*

Yemen’de akan kan, bizi hiç ilgilendirmez mi?

Bu arada, Yemen’de son üç aya yakın zamandır sürmekte kanlı bir çatışmadan da sözedelim..

Yemen’de, halk arasında genelde  Zeydîyye mezhebi takib olunur.. Bu mezheb, sünnîlerce şiâya nisbet olunsa bile,  12 İmam  / Caferîlik mezhebince aynı şekilde benimsenmez.. Zeydîlik, şia’nın 5 İmam yorumuna dayanan ve Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Huseyn’den sonra 4. İmam olan Hz. Zeynelabidin’in oğulları olan Zeyd ile Muhammed Baghir arasında İmamet’in kime aid olduğu üzerine çıkan ve ötekinin, sapkınlık içinde içinde olduğuna inanan bir cereyan..

Ancak, Ali Abdullah Salih yönetimi ile, ülke genelinde etkin olan Husî Kabilesi’nin öncülüğünde olduğu için, Husî Ayaklanması diye de isimlendirilen  ve hükûmet güçleriyle direnişçiler arasında, üç aya yakın zamandır devam eden, ağır bombardımanlarla yürütülen kanlı içsavaşta, yüzlerce ölü ve mahvolup giden yerleşim birimleri...

Ve ilginçtir, başka zaman 12 İmam Şiası dışındakileri pek kabullenmeyen İİC medyası, Zeydî direnişleri ‘şiî direnişçiler’ olarak sahiblenmekte ve bu da, Yemen makamlarınca, ‘isyancıların, İİC tarafından desteklendiği’ şeklinde suçlamalara vesile olmakta.. Ve ilginçtir, bırakınız uluslararası kuruluşları, hattâ bazı İslamî bir takım kuruluşlar bile, bu kanlı boğuşmaya, hiç önemi yokmuşçasına, ilgisiz kalabiliyor..

*

İslam ve müslümanları şu veya bu kavme ipotek etmek olacak şey mi?

İran’nın etkin internet sitelerinden Tabnak’da yer alan bir haberde, Suudî televizyonu MBC’nin  Mısır’lı yapımcılara hazırlattığı bildirilen bir eğitim-kültür proğramında ‘İran’lı bir çok danişmendlerin, bilge kişilerin ‘arab’ olarak gösterilmesi’nden şikayet olunuyordu..

Bu habere göre, Ebu Reyhan el’Bîrûni, İbn Sinâ, Farabî, Harezmî ve benzeri İran’lı bir çok danişmend şahsiyetin arab oldukları ve bunların İran’lı oldukları gizlenmeye çalışılıyordu.. (Neyse ki, bu seçkin şahsiyetlerin İran’lı oldukları biliniyor da, neyse ki, fars olduklarına bir vurgu yapılmamıştı, onu da belirtmeliyim.. Ve ve amma, bu isimlerin ve benzerlerinin aslında türk olduklarının da, TC’de ısrarla vurgulandığını unutmayalım..)

Bu kavmiyetçi sapkınlıklardan ne zaman ve nasıl temizleneceğiz, sahi?

Ortadoğu müslüman coğrafyalarında bunlar olur da, Malezya’dakiler durur mu?

Malezya’da, Yüksek Şeriat Mahkemesi geçen Çarşamba günü, kendisini (Resul-i Malaya) ‘Malayalılar için gönderilmiş Peygamber’ olarak niteleyen  ‘Abdulqahhar Ahmed ‘ isimli kişiyi tutukladı..

Bizde de,  tv. proğramlarında ikide bir, ‘Peygamber türk idi..’ diyen NKZ gibi eski ‘kültür müsteşarları’ yok mu? Ya da, kürdlerin insan nesli olmadıklarını, cinlerden geldiklerini iddia edecek kadar ‘ilmî’ (?!) tebliğler sunan sosyoloji prof., türkçü siyasetçiler..

*

‘İslam Milleti’ anlayışını ‘ilkellik’ zanneden bir kabileci anlayış..

İnternethaber.com’dan Nâzım Alpman’ın, PKK’nın İran kolu olarak nitelenen PJAK lideri olduğu söylenen Haci Ahmedî’yle Almanya’da yaptığı bir röportajı yayınlandı, sözkonusu sitede, 21 Eylûl günü..

Ahmedî, ’PKK'nın İran uzantısı’ olarak nitelenmesini kabul etmiyormuş..

Alpman, Şah Pehlevî’nin devrildiği 1978-79’daki İran İslam İnkılabı’nı destekleyip desteklemediklerini soruyor, Ahmedî’den..  

Cevabı ilginç:

(-Devrimi biz yapmamıştık ama içinde ve yanında yer aldık.

-Hedefiniz neydi?

-O dönem otonomi istiyorduk. Bağımsızlık ya da federasyon gibi isteklerimiz yoktu. Ama Humeyni hepimizin ümmet olduğunu söylüyordu. O’na göre ne Kürt, ne Azeri, ne Türk, ne Fars vardı… İran’da yaşayanların tümü Müslüman’dı, başka bir kimliğe de gerek yoktu. Tabiî, bu ilkel bakış açısını kabul edemezdik, etmedik zâten..)

Ben bu ’ilkellik’e vurgunum;  bu ilkellik ise ya da, ilkellik bu ise.. Ben hep öyle olmak ve öyle kalmak istiyorum..  Ama bu ilkellik değil, en ideal insanîlik ve dolayısiyle  İslamlık!..

Alpman’ın aktardığına göre, ’4 Nisan 2004’te (Kürdistan Özgür Hayat Partisi/ Partiyi Jindegi-i Azâd Kurdistan) PJAK’ı kurdum’ diyen Haci Ahmedî şunları da söylüyor:  ’Biz bir Kürt partisiyiz. İran Kürtleri için mücadele ediyoruz. Ama biliyoruz ki, Kürt sorunu Ortadoğu için ortak bir sorundur. Kürt sorunu her ülkede çözülmedikçe, çözülmüş sayılmaz. Irak’ta, İran’da, Suriye’de ve Türkiye’de..’

*

Türkçe konuşmak, ekonomik krize de mi çaredir, general?

Genelkurmay Başk. Org. Başbuğ, bayram günlerinde Mardin civarındaki bazı askerî birimleri teftiş etmiş..  Ve, bu arada vatandaşlarla da konuşmuş.. Elbette iyi yapmış..  Çünkü, onun da, vatandaşların içinde olması ve vatandaşların inanç değerleriyle bütünleşmesi gerekir.

Esasen, onun Nisan-09 ortasında yaptığı konuşmada verdiği mesajlar, kendisine çok güvenenleri şaşırtan bir mahiyetteydi.. ’Türk yerine Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı’nın öne çıkarılmasını’ öneriyordu, o konuşmasında… O konuşmasında yer alan,  ’ terörist de olsalar, öldürüldüklerinde onların ana-babaları da acı çekiyorlar,  onlar da insan ve bu ülkenin vatandaşıdı..’ gibi sözler de, geçmiş Gen. Kur. Başkanları’nda gürülmeyen bir yaklaşımdı..

Bunlar güzel elbette..

Ama, Başbuğ gittiği yerlerde pek çok kimsenin türkçe bilmediğini, kürdçe veya arabça konuştuğunu görünce..

’Müreffeh yaşamanın yolu, türkçe bilmekten geçer..’ gibi bir laf etmiş..

Adetâ, ekonomik krizden kurtulmanın reçetesi gibi bir sihirli söz..

Dünya ekonomik kriz içindeyken, müreffeh yaşamanın sırrının bu kadar kolay açıklanmasıne ne demeli?

Ama, türkçe bildikleri halde, ’müreffeh yaşamanın kapılarını aralamak için, yarım asra yakın zamandır, Almanya’larda yaşamak zorunda kalan 3 milyonu aşkın Anadolu insanı’  bu sözü nasıl yorumlamalı?

*

Başka ülkelerde insanın anadiliyle eğitim, düşünce ve ifade özgürlüğüne de karşı mıyız?

Bu arada, Goethe Enstitüsü’nün yürüttüğü ve Berlin’de düzenlenen ‘Sınır Tanımayan Dil’ projesinin kapanış konferansına dair,  ‘Almanya’nın Sesi / Deutsche Welle’nin ’ tarihli bülteninden bir habere de bakalım..

Wuppertal Üni. Latin Dilleri Bölümü Öğr. Üyesi Lars Schmelter bazı türk kökenli ailelerin çocuklarıyla almanca konuşmaya çalıştığına, çünkü türkçe’nin kabul görmeyen bir dil olarak algılandığına dikkati çekiyor: “Alman ve farklı kökene sahip öğretmenlere sorulması gereken şu; neden türk kökenli ailelerin kafasında soru işaretleri oluşturuyorsunuz? Bana hiç bir zaman için ‘oğlunuzun almanca ve fransızca öğrenerek iki dilli büyümesi bir sorun mu’ diye sorulmadı. (…) Bu bir sorun.”

Schmelter, herkesin kendi ve başkalarının anadiline saygı göstermesi gerektiğini belirterek, “göçmen kökenli aileler çocuklarıyla almanca konuşsa daha iyi olur” diyen siyasetçilerin de, kendi anadillerinden yani almanca’dan hiç bir zaman için vazgeçmeyeceklerini dile getiriyor.

Toplumuna uyumun sadece almanca ile değil çok dilliliğin geliştirilmesi ile sağlanabileceğini belirten Hamburg Üni. Eğitim Bilimleri Fak. Öğr. Üyesi İnci Dirim, göçmenlerin konuştuğu almanca’nın yeterince kabul görmediğini savunuyor: ’Almanya’da siyasetçiler, göçmenlerin topluma uyum sağlaması için almanca öğrenmelerinin şart olduğunu her fırsatta dile getiriyor. Evlerde almanca, okulda istenilen şekilde konuşulmuyor. Fakat onu da kabul etmek gerekiyor, çünkü her göçmen, almanca’yı bir Alman gibi konuşmak zorunda değil. Almanya’da da farklı şiveler var, Almanya’nın heryerinde almanca da aynı şekilde konuşulmuyor. Bunu herkes kabul ediyor. Ama göçmenler de almancalarını geliştirdiklerinde nedense kabul edilmiyor. Ben burada bir eşitsizlik görüyorum.“

*

İnsan,  istismarcı durumuna düşmeyeyim diye, tabiî halini mi değiştirmeli?

Tayyîb Erdoğan, 10 yıl öncelerde (merhum) Erdem Bayezid’in‚ ’Sana, Bana, Vatanıma ve Ülkemin İnsanlarına Dair..’ isimli uzuun şiirini güzel bir kliple okumuştu.. Geçen gün bayram arefesinde, bir tv. kanalındaki bir proğrama Neşet Ertaş’la birlikte çıkınca o klibi tekrar yayınlamışlar ve Tayyîb Bey de, Anadolu halkının içinden geçtiği yoksullukları, zulümleri, mazlûmiyeti, irfanî derinliği anlatan o şiiri dinlerken, gözleri dolmuş..

Bazıları Tayyîb Bey’in duygu istismarı yaptığını söylüyor..

Ama, unutulmamalı ki, Tayyîb Bey,  hemen bütün Ramazan iftarlarında uzuuun yıllardır zenginlerin değil, fakirlerin sofralarında oturmaya özel bir dikkat gösteriyor.. Bu tavrı, ’istismar için yapıyor..’ diyenler, bir davranışın istismar sayılmaması için neyin, nasıl  davranılması gerektiğini de açıklamalılar.. Ve kişi, kendi tabiî halinden dolayı istismarla suçlanabilir mi?

Nitekim, Tayyîb Bey’in ’Neşet Baba’ diye iltifat ettiği Neşet Ertaş’a, Akşam’dan Savaş Ay, Başbakan'la canlı yayına çıkınca heyecan bastı mı ustam? diye soruyor..

Ertaş’ın cevabı ilginç.. Ertaş şöyle diyor 20 Eylûl günü yayınlanan mülâkatında: ‘Başbakan "Ben başbakanım" diyenlerden değil ki. Halk özlü, halk gözlü bir adam o. Öyle göz olmasa ağlayamazdı, o yaş damlası her gözden çıkmaz çünkü, Savaş. Kravatım toz olur diye halkın yanına inmeyenleri gördük. Bu dalıp giriyor halkın içine. Hastane kapılarında, kuyruklarda ölürdü insanlar evvelinde. Yeşil kart, bedava tedavi, ilaç getirdi.’