Bayram: Allah’ın ikramı

Ali Bulaç bayramların Müslümanların tahayyülünde nereye denk düştüğünü irdelerken bayramların muhtevası karşı laik dayatmaları da inceliyor.

Ali Bulaç / Farklı Bakış

Bayram üzerine

1.

Bayram: Allah’ın ikramı

Eldeki tarihi bilgi ve bulgulardan anlaşılıyor ki, vahiy tarafından teyid edilsin edilmesin, her toplumun şenlikler yaptığı özel günleri, kutladığı bayramları vardır. Kur’an-ı Kerim, eski Mısırlılar’ın özel şenlikler düzenlediği bir tür “ulusal (?)” bayramlarından (ziyne) sözeder: “(Musa) Dedi ki: ‘Buluşma zamanımız, (ülkenin ulusal) bayram günü ve insanların toplanacağı kuşluk vakti (olsun).”(20/Taha, 59).

Kur’an-I Kerim’de bizim türkçede “bayram” olarak ifade ettiğimiz kutlama günleri için iki ayrı kelime kullanılır. Biri “iyd”, diğeri “ziyne.” “İyd, iade etmek, aslına irca etmek, ilk haline dönmek” gibi anlamları itibariyle bayram/iyd bize, kökümüze dönüşün, asli varoluşumuzla buluşmanın bir vesilesi ve imkanı sunar.

“Meryem oğlu İsa: “Allahım, Rabbimiz, bize gökten bir sofra indir, öncemiz ve sonramız için bir bayram ve Sen’den de bir belge olsun. Bizi rızıklandır, Sen rızık vericilerin en hayırlısısın” demişti..” (5/Maide, 114.)

Kur’an-ı Kerim’de “bayram (iyd)” kelimesinin geçtiği tek ayet budur (5/Maide, 114).

Hz. Musa ile Firavun’un sihirbazları özel bir günde karşılaşmak üzere sözleşirler. Deyim yerindeyse, bu “Mısır’ın ulusal bayramı”dır. Ve anlaşılan böyle bir günde Mısırlılar, şehrin belli başlı meydanlarını, sokaklarını süslemektedirler. “Ziyne” kelimesi bunu çağrıştırmaktadır, çünkü kelime süs, şenlikli geçit, festival, karnaval veya faşing türü eğlence anlamlarını taşır. Mardin’de hala ulusal bayramlara ziyne, rini bayramlara iyd denir. Böyle özel günlerde insanlar -büyük bir ihtimalle siyasi otoritenin empozesi ve hatta zorlamasıyla- bir araya gelir, eğlenmeye çalışır veya eğleniyor görünürlerdi: Tabii ki iktidar seçkinlerine mensup olanlar (mele’ ve mütref) eğlenirdi. “Ulusal bayramlar”ın ihdasında ve kutlanmasında siyasi otoritenin politik doktrini, resmi ideolojisi söz konusudur. Bayramlar üzerinden iktidar iç ve dış düşmanlara karşı gücünü gösterir; kendini bir kere daha hatırlatır ve manevi/müteal sahih ruhi iştirake alternatif seküler, profan bir duygu atmosferi oluşturmaya çalışır. Bu yüzden bayramlara katılmak bir anlamda mecburidir. Bunu reddedenler rejim karşıtı algılanmayı göze almış demektir. Ayet, söz konusu toplanmanın “kuşluk vakti”nde başladığını belirtmektedir. Modern zamanlarda da ulusal bayramların kutlama saati genellikle kuşluk vakti başlar.

Hz. Musa’nın bu günü seçmesinin sebebi, bayramın anlam çerçevesini paylaşmasına işaret etmez. Belki böyle özel bir günde çok sayıda insanın bir araya gelişini fırsat bilmesi ve tebliğini daha geniş kitlelere ulaştırmayı arzu etmesidir.  Seçimi sihirbazlarına çokça güvenen Firavun’un da yapmış olması muhtemeldir, böylelikle Musa’nın tebliğini ve taleplerinin meşruiyetini herkesin gözü önünde boşa çıkarmayı amaçlamış olabilir. Diğer bir sebep, muhtemelen eğlence, nutuk, şölen, festival, faşing ve propoganda ile insan kitlelerinin beyinlerinin uyuşturulduğu böyle özel bir günde genel olarak iktidarın ve özel olarak Firavun’un saltanatının büyüsünü bozmak, demoralize etmektir. Nihayetinde bu günde alınan yenilgi çorap söküğü gibi diğerlerini peşinden getirmeye başlamıştır.

İslam bakış açısından dini tebliğ eden ve öğreten Peygamber’in belirtmediği günlerin herhangi bir değeri, manevi bir rüçhaniyeti yoktur; çünkü bu bayramlar veya özel günler bereket, müteal/aşkın olan veya kutsallıkla ilişkili değildir. Hakim güç odaklarının iktidar ve saltanatlarını yüceltme veya kavimlerin kendi pagan adet ve geleneklerini sürdürüp takviye etme amacına yönelik bayram kutlamaları şirktir. Müslümanlar bu tür günlere özel bir önem atfetmezler. Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.)’in buyruğuyla Müslümanlar sadece iki bayramı kutlamaktadır: Kurban Bayramı (iydu’l adhiya)ve Ramazan Bayramı (iydu’l fıtr): (Ebu Davut, Salat, 245; Nesai, İdeyn, 1). 

Hz. İsa’nın, Allah’tan dilediği şey, “gökten indirilecek sofra” ile manevi bir kutlama yani bayramdır. Bu ayetteki bayram bildiğimiz sevinç ve kutlama yanında bir tür şölendir. Esasında bayram dendiğinde, akla gelen manevi bir sevinç, kutlama ve şölen havasının hem insanın iç dünyasında yaşanması hem sosyal çevresinde tezahür etmesidir. Bayramın anlam çerçevesine inanan herkesin açıkça müşahede ettiği ve ruhen iştirak ettiği gibi, manevi bir tezahür, kutsal bir atmosfer vücuda gelir.

Bayram, Allah’ın ikramıdır.

İslamiyet’ten önce Mekkelilerin bayram olarak kutladıkları günler Hacc günleriydi. Esasında bayramın işaret ettiği anlamlar ile “ziyaret ve toplanma” demek olan Hac arasında bir ilişki vardır. Hac zamanı savaşlara son verilir, panayırlar kurulur, eğlenceler tertiplenir ve bu arada elbette amacından ve sahih formundan sapmış olsa da Kâ’be de tavaf edilirdi. Hac, eski Araplar için bir tür bayram şöleniydi, öyle kutlanırdı. Bu çerçevede Kurban Bayramı’nın Hacc’a rastlaması tesadüfi değildi, Arapların icadı da değildi.

2.

Hac ve bayram

Bu durum tespiti, hac ve bayram ilişkisinin sadece Araplara özgü olmadığını ve Arap kutlama eylemi olarak İslamiyet’e geçtiği anlamına gelmediğini gösterir. Son zamanlarda sosyal çevrenin ve tarihsel durumların insanın zihin ve eylem dünyasını belirlediği tezine inanan sosyal bilimcilerin etkisinde yazan bazı yazarlar, özellikle bazı ilahiyatçılar neredeyse dini itikad ve fiillerin tamamını “Arap örfü” adı altında  aslında Arapların kendilerine özgü varlık algısı, yaşama kültürü ve coğrafi tutum ve davranışlarına indirgiyorlar. Öyle değil!

Hac Hz. İbrahim’den başlayarak devam eden bir ibadetti, cahiliye Arapları bunu deforme ederek devam ettiriyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.), Hac ibadetini aslına irca etti, bayramla ilişkisini yeniden şekillendirdi.

Hac, İslam’ın beş şartından, Peygamber Efendimiz (s.a.)’in buyurduğu gibi “İslam’ın üzerine bina edildiği beş esastan biri”dir. Hali vakti ve sıhhati yerinde olan her müslüman erkek ve kadın hayatta en azından bir defa Allah’ın Evi Kâ’be’yi ziyaret etmek, erkanına uygun Hac ibadetini yerine getirmek zorundadır.

Ona yol bulabilen” Hacc’a gider (3/Al-i İmran, 97). Her sene İslam dünyasının her bölgesinden milyonlarca insan büyük bir heyecan ve şevkle Hac ibadetini yerine getirmek üzere Mekke ve Medine’ye gidiyorlar.

Gerek nüfus artışı gerekse ulaşım teknolojisinde sağlanan kolaylıklar sonucu her sene Hacc’a gidenlerin sayısında büyük bir artış olmaktadır. Ben eskiden hayatta bir kere Hacc’a gitmekle yetinilmesi gerektiğini düşünüyordum. Şöyle de yazmıştım:

“Bugün birkaç günlüğüne dahi olsa Suudi Arabistan’a gidiş geliş iki bin dolardan ( o günün masrafı) aşağı değil. Çevremizde çok sayıda yoksul, bakıma muhtaç insan var. Daha önemlisi yeryüzünün her bölgesinde Müslümanlar çetin savaşlar veriyorlar ve bu savaşların finanse edilmesi gerekir. Elbette hiçbir ibadet bir başka ibadetin yerine ikame edilemez; ama bana öyle geliyor ki, ikinci veya üçüncü defa Hacc’a gitmektense Bosna, Çeçenistan, Filistin mücadelesine yardım etmek ya da Güneydoğu’da göçe zorlanan ve şehir varoşlarında sefalet içinde yaşayan Kürt kardeşlerimize hayır elini uzatmak çok daha gerekli ve sevabı mucibtir.”

Hacc’a gitmek nasip olunca ne kadar yanıldığımı anladım, Hacc’ın anlamını bilen bir müslüman imkan bulsa her sene gitmek ister. Çünkü Kâ’be, Beyt-i Atîk’tir ve Mekke, beşeriyetin yeryüzünde ilk anayurdudur; kıyamete kadar da anayurt kalmakta devam edecektir. 36 ülke gezdim, gittiğim her ülkede en çok iki hafta içinde ülkeme dönme arzusu uyandı bende; üç kere Hac ve beş kere Umre nasip oldu, bir gün olsun dahi sıkılmadım, yabancılık hissetmedim. Allah’ın Ev’i (Beytüllah) insanların (en Nâs) evidir. İnsan gerçekten, eğer basiret sahibiyse, kalbinin duyargaları açıksa kutsalı, ilk yurdu Mekke’de idrak eder ve vüs’ati nispetinde tecrübe eder.

Müslümanlar senede sadece yedi gün bayram yaparlar. Ramazan ve Kurban bayramlarında yeryüzünün atmosferinde bir değişiklik olur; sanki havaya derin bir kutsallık, insanın ruhunu aydınlatan, içini ferahlatan bir nur siner. Herhalde insan hayatında mülk ve melekutun en açık bir şekilde iç içe geçtiği zamanlardır bayram günleridir.

Ulusal (milli) bayramlarla mukayese edildiğinde İslami/dini bayramların apayrı özellikleri var. Ulusal bayramlar devlet, emir, otorite ve dünyevilik kokarlar. Devlet kaç gün öncesinden emredici ve taşıyıcı kurumları ve kuruluşlarıyla harekete geçer; sokakları, caddeleri bayraklarla donatır, bayrak asmayanlara ceza yağdırır, diretmek isteyenleri vatan haini ilan eder; yine bayram günü işyerlerini zorla kapattırır; devlet erkanı nutuklar atar. (Eskiden öyleydi, son yıllarda epey hafifledi, bazı ülkelerde hala öyle!)

Ancak bütün bu tantanaya rağmen insanların ruh dünyasında, şehirlerin manevi hayatında ufak bir kıpırdanma olmaz. Olmaz, ama yine de televizyonlar akşamları “halk ulusal bayramı büyük bir coşku ile kutladı” diye haber verir.” Aslında devlet, bile bile hem halkı hem kendini aldatır. Çünkü kimsenin bir şeyi coşkuyla kutladığı yok. Ama zaten bütün devletler yalan söylemez ve halkı kandırıp aptallaştırmazlar mı? Halkın isti’badını ve iktidarın istibdadını hedefleyen ulusal bayramlar, müteal ve manevi boyutları olmayan maddi, seküler ve resmi törenler ve ritüellerdir sadece.

Ramazan ve Kurban bayramları ise kendiliğinden insanları harekete geçirir. Günler öncesinden evlerde, mutfaklarda bir telaş, bir hazırlık başlar. Çarşı pazar canlanır. Herkes iyi kötü yiyecek, giyecek bir şeyler bulur. Çocukların aile imkanlarına göre bayrama yaptıkları hazırlıklar, onlara alınan elbiseler, verilen bayramlıklar ömürleri boyunca unutulmaz. Kısaca bayramlar birer şenliktir ve  yediden yetmişe her sınıftan insan bu şenliğe ruhen iştirak eder. Öyle ki inanmayanlar dahi bu manevi ziyafetten nasiplenirler.

3.

Bayram, varlık ve kutsal

Dünya kutsalın içindedir, kutsalın bir parçasıdır. Varlığın kendisi kutsaldan neşet ettiği gibi profanın hiçbir şekilde mümkün ve var olmadığı bir akış içinde her şey kendi nihai amacına doğru yürüyüşünü sürdürmektedir. İslam kelamı açısından varlıkta “din-dışı (tamamen laik) ve kutsal-dışı (profan)” bir alan yoktur. Çünkü varlık alemi, Allah’ın “Kün (Ol)!” emriyle varlık buldu. Kendi kendine varolan herhangi bir alan veya nesne yoktur. Bütün varlık Allah’ın ilmi, iradesi ve kudreti dahilindedir. Denizin içinde özel bir su alanı belirlenemez; her taraf suyla dolu ve çevrilidir. Öyle olunca deniz içinde belli bir bölge “deniz-dışı su alanı” görülemez.

Kutsalın içinde bazı zamanların ve mekanların “kutsal/mukaddes” olarak nitelendirilmesi, bunların dışında kalan zamanın ve mekanın profan niteliğine işaret etmez, sadece kutsalın daha yoğun olarak algılanmasına ve ona iştirakine imkan verir. Mekke’deki Mescid-i Haram kutsaldır, orada hiçbir canlı öldürülmez, kötülük işlenmez; bütün kainat Allah’ın isimlerinin bir tecellisidir. Bayram günleri kutsalın daha açık hissedildiği ve yaşama sevincinin ruhlarda çiçeklendiği günlerdir, ama diğer bütün günler de Allah’a aittir. Yaratılışın başlangıcından beri ayları 12 olarak ayırıp bize bildiren yine Allah’tır.

Ramazan Bayramı zorlu oruç ibadetini başarmanın sevinci, Kurban Bayramı en değerli varlığı olan oğlu İsmail’i Allah’a adayabilecek takva ve sadakate sahip İbrahim aleyhisselamın hatırasını yad edip ona özendiğimiz günlerdir.

“Cuma günü de “mü’minlerin bayramı, yoksul ve güçsüzlerin Hac günü”dür. Ama dünya hayatının rutini bu günde tatil edilmez, sadece namaz saati geldiğinde “alış veriş bırakılır”,  namaza gidilir.

Modern zamanlarda –Kadir Gecesi hariç- öne çıkarılan ve bir tür ihdas edilen “kutsal geceler”le ilgili güzel hatıralar varsa bile, bu boyutlarda ve mahiyette kutlanmalarının İslami ve tarihi temeli yoktur.

Kutsal gecelerin ihdas edilip büyük bir gürültüyle kutlanması ve bunlara özel önemlerin atfedilmesinin iki sebebinden biri, Hıristiyanlığın çeşitli özel kutsallarına İslam içinde “alternatif kutsallar” üretmek, diğeri dini hayatın uğramakta olduğu gizli sekülerleşmeye belli bir meşruiyet temeli sağlamaktır. Sanki insanlar, senenin belli günlerini bu şekilde kutladıklarında, geri kalan zamanı istedikleri gibi yaşama hakkına sahip olabileceklerini düşünmektedirler. Demek oluyor ki, zamanı “dini” ve “dini olmayan” şeklinde iki kategoriye ayırıp “dini birkaç gecede” kutsala iştirak etmek, diğer geniş “profan/laik zaman”a meşruiyet krizine düşmeden devam etmeyi mümkün kılmaktadır.

Bu da gösteriyor ki, bir dine yönelebilecek en büyük tehdit dinin dışından değil, içinden gelmektedir. Genellikle de dine sahih gelenek değil, kurumsallaşmış din zarar verir. Sözde dini olan bir niyet ve iştirak, iç mahiyetini ve gizli amacını açığa vurmadan din içinde “din dışı bir zaman ve mekan kavramı”nı mümkün kılabilir.

Peygamberlerin hiç birinin “doğum günleri”ni kutlamanın herhangi İslami bir temeli yoktur. Aralarında ayırım yapmadığımız bütün peygamberlerin hayatı ve hatırası bizim için azizdir ve onların başından geçen önemli olaylara denk düşen günleri kendi amacına uygun helal-haram çerçevesini gözeterek anarız. Bu bizim için 365 gün süren bir bilinç halidir. Ramazan ayında “Kur’an’ın indirildiği ve bin aydan daha hayırlı Kadir Gecesi” dışında diğer kutsal geceleri aşırılaştırarak diğer günlerden ayırmak kutsalı tahrif ve suistimal etmekle aynı şeydir.

“Dindarlık günleri” zamanı “dine ait olan” ve “dine ait olmayan” diye ikiye ayırır; ama “dine üç beş gün” ayırırken, geri kalan 360 günü “din-dışı”na terk eder. 

4.

Bayramların laikleştirilmesi

Filtresiz ve kontrolsüz içine girdiğimiz modern zamanda bayramlar algı dünyamızda trajik bir suistimale uğradı. Sanki artık bayramlar insanların manevi şenliğe katılıp birbirini ziyaret ettiği, akrabalık bağlarını güçlendirdiği özel günler olmaktan çıkmış, evden ve şehirden kaçıp tatil yapmanın vesilesi olmuşlardır. Dinle uzaktan yakından ilgisi olmayanların bayramları birer tatil vesilesi olarak algılamalarını anlamak mümkün. Ancak müslümanların iştahla bu sürece katılmalarını anlamak zor. Bir bakıyorsunuz, iki gün öncesinden çoluk çocuğunu toplayanlar şehri terk edip gitmişler, herkesten, arkadaş, dost ve akraba çevresinden uzak bir tatil köyünde bayramlarını geçiriyorlar. Bayram sabahı yakın akrabaya bir telefon açıp bayramlarını tebrik etmek yetiyor.

Bu türden adetler birer bid’attır ve bayramların hakiki amaçlarına aykırıdır. Tatile ve eğlenceye indirgenmiş kutlamalar, bayramların bir tür laikleştirilmesidir ve maalesef belli bir gelir düzeyine sahip Müslümanlar, dinlerini laikleştiriyorlar. En tehlikeli laiklik siyasi olanı değil, bu türden hayatın iç düzenini değiştiren, hakiki anlamını tersyüz eden sekülerleşmedir.

Medya kuruluşları durmadan bayram gibi kutsal bir zaman dilimini, salt eğlence, vakit öldürme, avarelik, aylaklık ve tüketimden ibaret tatille özdeşleştiriyor, devletin kurumları da buna destek veriyor. Resmi ve özel ticari kurum ve çevrelerin bayramın tanım ve fonksiyonunu bu şekilde değiştirmek istemelerinin anlaşılır bir sebebi var. Onlar ellerinden gelse her şeyi sekülerleştirmek ve fakat dini bir görüntü altında metalaştırmak istiyorlar.

Bayram tatil demek değildir. Bayramı tatille özdeşleştirmek, bayramın sebeb-i hikmetine olduğu kadar İslam’ın ruhuna da aykırıdır. Bu güzel günlerde akrabalar, komşular, dostlar birbirini ziyaret etmelidir. Yakın akrabalarımızdan öyleleri var ki, onları senede bir ve sadece bayram günlerinde görebilme şansına sahibiz. Allah’ın emri bir ibadet olan sıla-i rahimin en güzel tecelli ettiği zamanlar bayram günleridir. 

Cümle Müslümanların bayramını tebrik eder, hayır ve güzellikler getirmesini dilerim.

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!