Bayrak...

Markar Esayan

 

Şişli semtinde oturuyorum. Şişhane’de doğmuşum, Kuledibi’nde. Birkaç aylıkken Şişli’ye taşınmışız. Hayatımın tamamını Şişli, Osmanbey, Kurtuluş civarında geçirdim.

Geçen hafta gazeteye gitmek için ana caddeye indiğimde bir bayrak deryasının içinde buldum kendimi. Şişli Belediyesi, “Bayrağını kap gel, bayrama katıl” türünden bir kampanya yapmış. Halaskârgazi caddesinin neredeyse tamamını dev bayraklarla, kalpaklı Mustafa Kemal’le kaplamışlar. AGOS’u da ihmal etmemişler, sağolsunlar.

Sonra bizim gazetede bunun haberini yaptık. “Sarıgül’ün Pyongyangı” başlığıyla ilk sayfada da yer aldı. Ertesi gün Mustafa Sarıgül o insanüstü halkla ilişkiler yeteneği ile Taraf’la bir röportaj yaptı; “Eleştirilerinizin çoğu doğru, hiç o açıdan bakmamıştık, proje aceleye geldi. Gelecek seneye daha dikkatli oluruz” türünden sözler söyledi. Bu takdir edilecek bir davranış, Sözcü veya Cumhuriyetgazetesi kendisine gidip “Başkan bu Taraf’ın size yaptığına ne diyorsun” diye sorsalar, aynı cevabı verir miydi bilemeyiz. Ama kendisi yıllar önce bir Ermeni vatandaşı başkan yardımcılığına getiren kişidir. Niyet okumak yerine böyle şeyleri takdir etmek gerekir.

Ama yine de bayrak konusunun neden sorunlu olduğunu bizim okuyucuların bir kısmı dâhil tam olarak idrak edemiyor olabilirler. Bunu anlamakta zorlanıyor da olabilirler. Bunu açmak gerekir diye köşemi bu konuya harcamayı göze aldım bugün.

Öncellikle kişisel görüşlerimden başlayayım. Benim için icat edilmiş hiçbir şey kutsallık değeri taşımıyor. Ama bu icat edilmiş şeylere saygısızlık etmemizi de gerektirmez. O yüzden böyle şeylere, bayrak, ırk, milli bayramlara saygı gösteririm. Çünkü tarihsel bir bagaj içerisinde pek çok değerli şeyleri de sembolize ederler. Ve evet, bayrakları bayrak yapan, tekstilciler ve onu diken terziler değil, o bayrak için ödenen bedeller olmalıdır.

Ama benim bayrakla bir sorunum var. Onu görünce ürküyorum. Kendim, ailem ve ülkem için endişeleniyorum. Geçmişte ne zaman etrafta bayraklar çoğalsa, başımıza bir iş gelmiş çünkü. Yani bizim bayrağın hâlâ belleklerde henüz tedavi edilmemiş bir alarm etkisi var. O bayrağın nimetlerinden yararlanmış ve hikâyenin bize dair kısmını bilmeyenler için bir küfürdür belki bu. Bu da doğaldır.

İtthat ve Terakki döneminden itibaren, sadece 1914 Rum, 1915 Ermeni, Rum, Süryani felaketi değil, yeni kurulan kemalist Cumhuriyet’in de bizi kovmasını, dışlamasını, her türlü iğfal etmesinin sembolüne dönüştü bu bayrak. İskilipli Atıf Hoca gibi masumlar, kocaman bir bayrağın asılı olduğu İstiklal Mahkemeleri’nde idama mahkûm edildiler. Dersim’i, kılıçartığı döndürülmüş bir Ermeni kızına bombalattıkları uçağın üzerinde de o bayrak vardı, Uludere’de 34 vatandaşımızı parçalayan F-16’ların üzerinde de. Bütün varlığınızı üç kuruşa satıp Varlık Vergisi’ni ödemeye gittiğiniz vergi dairesinde, ödeyemeyenlerin ise Aşkale’ye sürüldüğü trenlerin en başında ve en sonunda, Yassıada’da, darbeleri destekleyen bindirilmiş kıtaların yaptığı Cumhuriyet mitinglerinde, Hrant’ı “Bayrak düştü, kaldırmak sana düşer” diye öldürtenlerin elinde de bayrak vardı. Sonra o aynı bayrağı Samsun’da Ogün’ün eline tutuşturdular. 1990’larda Kürt dağlarında ve tepelerinde devasa bayraklar çoğaldıkça, JİTEM daha bir azmış, beyaz Toroslar sokaklarda daha çok Kürt avlamışlardı. Sanki aralarında bir doğru orantı vardı.

Yani bayrak hafızamız daha çok bu bizim.

Oysa mesela biz azınlıklar, evlerimizde bir değil, birkaç bayrak bulundurduk hep. Güvenilirliğimizi kanıtlamak için değil sadece, güvenliğimiz için. 6-7 Eylül’den de biliyorduk ki, evimizi, dükkânımızı her an kundaklamaya, yağmalamaya ellerinde bayraklarla gelebilirler ve eğer biz daha hızlı davranıp pencereye kocaman, şöyle bizim tüm gayrılığımızı örtecek kadar koskocaman bir bayrak asarsak, belki yağmadan kurtulabiliriz. Nitekim böyle kurtulanlar da olmuştu, bize anlatırlardı büyüklerimiz ve tembihlerlerdi: “Evde mutlaka birkaç büyük bayrak bulundurun ve ona iyi bakın” diye...

Böyle yazılar yazmak eşekliktir biliyorum. Ama birilerinin de yazması lazım.

Yani bayrakla çok çetrefilli bir münasebetimiz var çoğumuzun. Ermenilerin, Kürtlerin ve diğerlerinin. Ona baktığınızda, hiçleşmenizi ve acılarınızı görüyorsanız, eğer insansanız, bir şeyler hissetmemeniz mümkün değildir.

Aynı nedenle, uzun yıllar Milli Takım’ı da tutamadım. Hep karşı takım yensin istedim. Sanki öyle olduğunda bize yapılmış haksızlıklara bir dirhem olsun adalet gelecekti. Spor ve futbol deyip geçmeyin, o dönemleri hatırlayanlar bilirler. Maçlar buram buram ırkçılık kokan bir havada geçer, spiker 90 dakikada Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde ömür boyu hapse mahkûm olacağı kadar çok nefret suçu işlerdi. Hele karşı takım dört yanımız çevrelemiş düşman ülkelerin takımlarıysa, hele hele Yunanistan ise.

“Şimdi halin nedir” diye sorarsanız, artık Milli Takım’ı tutuyorum. Son on yılda, biraz daha vatandaş ve buraya ait hissediyorum kendimi. Ama bayrak ile ilişkim hâlâ korku ekseninde. Çünkü Uludere yeni yaşandı. Hrant’ı öldürdüler. Adalet yerini bulmadı. Bayrağı istismar edenler mahkûm olmadı.

Anlamaya niyeti olan için, mevzu tüm açıklığıyla budur. Biz değil, bayrağa bu haksızlığı yapanlar utansın.

mesayan@markaresayan.com

TARAF