Canilikte sınır tanımayan Baas rejimi iktidarını sürdürebilmek, ömrünü biraz daha uzatabilmek için Suriye’yi işgal güçlerine alenen peşkeş çekmekte. İran’ın ve bölgedeki uzantılarının tüm gayretlerine rağmen bir türlü kefeni yırtmayı başaramayan Esed saltanatı son çare olarak Rus ordusuna sığınmış durumda. Yüz yıllardır Müslüman halklara sistematik bir düşmanlık politikası yürüten, Kafkasya’nın işgalcisi, Orta Asya’daki diktatörlük rejimlerinin hamisi Rus sömürgeciliği şimdi de Suriye’de çürümüş Baas rejimini diriltmek adına katliamlar gerçekleştirmekte.
Rus ordusunun katliamları Suriye’de belli bir bölgeyle ya da grupla, örgütle sınırlı değil. IŞİD’i vurma gerekçesine dayandırdığı operasyonlarını Suriye’nin tümünde ve her kesimden Suriyeli muhalif yapıya karşı sistematik bir tarzda icra etmekte. Bununla birlikte Rus saldırılarının bir müddettir Bayırbucak Türkmenlerinin yaşadığı bölgelerde yoğunlaştığı görülüyor. Lazkiye çevresine sıkışmış görünen Esed rejimini rahatlatmak için bu bölgenin hedef alındığı anlaşılıyor. Öte yandan Türkmen nüfusun yoğunlaştığı bu bölge ile Türkiye’nin irtibatını kesmenin ve sonraki aşamalarda ise İdlib ve bilahare Halep üzerindeki baskıyı artırmanın hedefler arasında olduğu söylenebilir. Rus ordusunun yoğun biçimde havadan, karadan füzelerle bombalayarak, adeta yakarak muhalifleri zayıflattığı bu bölgede Esed güçleri ilerlemeye, Bayırbucaklı Türkmen mücahitlerin kontrol ettikleri alanları ele geçirmeye çalışıyor.
Ağırlıklı olarak Bayırbucak Türkmenlerinin yaşadığı Türkiye sınırına yakın bu bölgeye yönelik son günlerde yoğunlaşan saldırıların Türkiye’de bir hareketliliğe, her düzeyde duyarlılığa yol açtığı gözlemleniyor. Türkmendağı’nın düşüp düşmediğine dair haberler çok yakından ve ilgiyle izlenirken, dayanışma eylemlerinde gayet keskin sözler sarfediliyor, hatta Türkmenlerin yanında savaşmak üzere gönüllü toplandığına dair manzaralara dahi şahitlik edebiliyoruz.
Şüphesiz emperyalist bir gücün desteğiyle, halkını kırıma uğratan bir rejimin işlediği suçlar karşısında insanların sessiz kalmayıp tepki vermesi olumlu bir şeydir. Hangi etnik kökenden gelirse gelsin zalime karşı savaşan mücahitlere verilen destek sevindiricidir. Elbette insanlık vicdanında ses getirmesi gereken manzaralar karşısında suskunluk kimseye yakışmaz. Mamafih yaşadığımız ülkede son dönemde Suriye’deki gelişmeler karşısında artan duyarlılıklarla ilgili olarak sorulması gereken bazı soruların olduğu da görmezden gelinemez.
Ne ilginçtir ki, Suriye’de rejimin işgal güçlerinin desteğiyle katliamlar işlediği gerçeğini bazı kesimler ancak sürecin beşinci yılını doldurmaya yaklaştığı bugünlerde ve ta ki Türkmenleri hedef alan saldırılardan sonra fark edebilmiştir. Humus’ta, Halep’te, Kusayr’da ve daha pek çok bölgede vahşi katliamlarla gerçekleştirilen işgal operasyonlarını boş gözlerle izleyen kimi kesimler Türkmen Dağı’nın düşüp düşmediği hususuna dikkat kesilmişlerdir.
Elbette Türkmendağı çevresinde yaşanan katliamlara, işgal girişimlerine tepki vermek anlamlıdır ama bugüne kadar varlığından hiç haberdar olamadığımız bir duyarlılığın şimdi sadece Türkmen bölgeleri için ortaya konulması erdemli ve ahlaklı bir tutum olarak görülebilir mi? Suriye’de yaklaşık 5 yıldır süregelen acımasız katliamlar, kan donduran vahşet tabloları karşısında kıllarını kıpırdatmayanların etnik/ulusal kaygılarla ses vermeleri zulüm anlayışlarının çarpık, adalet beklentilerinin çelişik olduğunu ortaya koymuyor mu?
Bu çarpık tutumun aynısına Rojava/Kobani hadiseleri esnasında da birebir şahitlik ettik. O güne kadar Suriye’nin her bir karışında yaşanan vahşet tablolarına aldırış etmeyenler, İslami kimliklerinden ötürü Baas rejiminin zulmüne maruz kalan kitleler için zerre miktarı acıma hissi taşımayan, bilakis rejimin saldırganlığını dolaylı biçimde savunanlar, zulüm kendileriyle aynı etnik kimliği paylaşan kesimlerin kapısına dayanınca feryad figan ederek ortalığı ayağa kaldırmış; insanlık, vicdan, hak hukuk çağrıları yapmaktan çekinmemişlerdi.
Her konuda olduğu gibi Suriye meselesinde de adalet ekseninden, iman kardeşliği perspektifinden gelişmelere bakmayı başaramayıp etnik/ulusal aidiyetler temelinde yaklaşım ortaya koyanlar zulme karşı sahih bir tavır geliştirememiş, Türk ve Kürt milliyetçiliklerinin ürettiği hastalıklı, zaaflı tutuma yakalanmaktan kurtulamamışlardır. Emperyalist işgale ve kafir-zalim bir rejimin katliamlarına karşı çıkarken dahi ikircikli, çelişik, çifte standartlı tutumlar sergilemek durumunda kalmışlardır.
Bu yaşananlar İslam Ümmeti içinde geniş kitleleri kuşatan bir hastalık olarak milliyetçiliğin insanlarımızı adaletsizliğe, tutarsızlığa, ölçüsüzlüğe sürüklediğinin açık göstergeleridir. Yanı başımızda kardeşlerimize yönelik yaşanan zulümlere karşı tavır alırken dahi etnik kimlik ayrıştırması yapmak, cahili asabiye duygularını merkeze alarak tavır belirlemek şüphesiz çok acı ve utandırıcı bir manzaradır!