Batman Özgür-Der şubesinde haftalık seminerlerinde bu hafta Cahit Çekmen, Ali Bulaç’ın İslam Dünyasında Düşünce Sorunları adlı kitabının değerlendirmesini yaptı. Çekmen özetle şunları söyledi.
Bu kitap, İslam tarihinin genel değişme sürecini izleyip yakın geçmişin ve bugünün temel/kök sorunlarına geniş bir perspektiften bakarak açıklamalar getirmektedir. İslam öncesi ve sonrası dönem arasında yaptığı siyasi ve sosyolojik tespitler, günümüz sorunlarının temel sebeplerini göstermesi açısından önemlidir.
Kitap İlk olarak, üç dinin yani Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam dinlerini kısaca temel yaklaşımlarından bahsederek, Yahudilik ve Hıristiyanlığa sonradan yapılan ilavelerle ilahi olan bu dinlerin nasıl tahrif edildiğinin ana hatlarını belirler. Batının, aslında bu dinlerin özünde olmayan anlayışlarla/hurafelerle, dünyanın birçok coğrafyasında yürütülen emperyalist operasyonlarına tahrif ettikleri bu dinlerini nasıl sinsice alet ettiklerinin da altını çizmektedir.
Çağdaş Batı kültürünün, genelde "din" olgusuna yüklediği yanlış ve çarpık anlam ile İslâm toplumunun, deyim yerindeyse bir tür başkalaşıma uğratılması günümüzde de devam eden bu siyasi politikaların sonucudur. Yahudilik ve Hıristiyanlık çağdaşlaştırılarak ilahi olan tarafları ustaca insanileştirilmiştir. Hümanizm, Hıristiyan dünyasında Allah ile kul arasında olması gereken ilişkiyi ortadan kaldırarak insan sevgisi yüceltilerek içinden Allah çıkarılmıştır. Yahudilik ise üstün din anlayışı ve “arz-ı mevud” yani vaat edilmiş topraklar ülküsü ile İnsanileştirilerek yozlaştırılarak tek dünyalı bir anlayışa dönüştürülen bu dinler, artık bireysel ve toplumsal çıkarlar için kullanılabilecek kıvama getirilmiştir. Batı, doğu ve İslam toplumuna göre silah sanayisiyle, teknolojisiyle ve siyasetiyle üstünlük kurmuş ve kendini, doğu ve İslam toplumlarına göre üst kültür ve etkin güç olarak kabul ettirmiştir. Bu gelişmeler karşısında İslam toplumları tehlikeyi haçlı seferlerinde bile iyi analiz edemediği gibi özellikle son iki yüz yılda sistematik batı emperyalizmi, doğu ve İslam toplumlarını ele geçirmiştir.
İslam toplumu, zengin bir tarihsel geçmişe sahip olmasına rağmen bu birikimini kullanamadığı için, Batının hem kültürel hem, ekonomik ve hem de siyasi anlamda esaretine girmiştir. İslam Toplumunun batılı emperyalistler tarafından yönetilmesi ve kaynaklarının sistematik olarak ustaca kullanılması, bize gelinen noktanın vahametini anlatması açısından yeterlidir.
İslâm düşüncesinin bugünkü durumunun daha doğru kavranabilmesi için, 1400 yıllık gelişmesinin ve özellikle 19. yüzyılda ortaya çıkan günümüze kadar etkisini sürdüren İslam anlayışlarının da genel hatlarıyla göz önüne alarak, bu yüzyılın başından günümüze kadar etkisini gösteren İslâmî düşünüş şekilleri genel hatlarıyla anlatılır. Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılık başlıkları altına girebilecek anlayışlar anlatılarak yakın tarihimize ışık tutacak gelişmeler örneklendirilir.
İslam Toplumunun geçmişte peygamber ahlakının örnekliğiyle yaşadığı ilmi ve siyasi tecrübelerini günümüze neden taşıyamadığını, bu görevi üstlenen aydın ve ulemanın üstlendikleri bu görevi hakkıyla yerine getirmedikleri için esen emperyalist fırtınalara nasıl alet olduklarını temel hatlarıyla anlatmaktadır. Batının sinsi emellerine alet olan İslam aydınlarının, batıdan alınan insani temelli yoz kültürü, topluma üstün bir değer olarak kabul ettirme gayretleri, ilk olarak militarizme destek vererek, akabinde kültür sanat ve edebiyata eserlerinde kendini gösterir. Bulaç kitabında, Aydın ve Ulemaya önemli eleştiriler yapar. Ulema, modernleşme çatışması arasında çözüm üretemeyen, İslam dünyasında İslam adına gelenekçi ve katı tutumuyla her türlü bilimsel gelişmenin önünde önemli bir engel olduğundan, günden güne etkisizleştiğinden söz eder. Aydının Batıda, yüksek bir kültür yaratmak, uluslar arası modeller kurmak sosyal gelişmeleri etkilemek gibi olumlu rol üstlenirken, İslam Toplumunda aydın, politik roller oynamayı, popüler ve topluma ait olmayan değerleri temsil ederek halkın politik ve sosyal seçimlerini etkilemeyi tercih ettiğini varsayarak, aydının görevini yapamadığını ve toplumu doğru yönlendiremediğinin altını çizer. Bu eleştiriler ışığında toplumun, Fakih (Dini iyi kavramış kişi) ve Rasih’un (İlimde derinleşmiş olan) İslam toplumunda dini ehliyete sahip, hüküm çıkarma, dini iyi idrak etmede ve insanlar tarafından sosyal sorunların çözümünde dinin hükümlerini ortaya koyabilecek insanların varlığının gerekliliğinin üzerinde durur.
Batının Doğu ve İslam Toplumuna karşı oluşturduğu emperyalist akımlarına, çağın en iyi en üstün anlayışı anlamı verdikleri, Modernizmi kullanarak önemli mesafeler kat etmişlerdir. Modern, Kelimesinin sosyolojik muhtevasında, uluslar ve toplumlar arasında en gelişmiş olanın temsil ettiği bilgi ve teknolojik zihin seviyesi anlamı yatar. Bunu doğu ve İslam toplumun aydınları ya siyasi güçle/iktidarla çatışmamak veya belli bir ranta ortak olmak adına Batının üstün kültür ve değer olduğunu kendi toplumlarına çeşitli şekillerde anlatmışlardır. Bunlardan bazıları, Ziya Gökalp, Tevfik Fikret ve Namık Kemal’dir.
Üstün ırk ve üstün din gibi İslam’la bağdaşmayan temel ilkelerle yola çıkan Batıya göre, Doğu ve İslam toplumları geri, çağdışı yakıştırmasının kökeninde Grek kültürünün “Yunan olmayan herkes vahşidir.” anlayışı yatar.
19 YY. Modernist akımlar bizlere iki olumsuz miras bıraktıklarının tespiti yapılır. Bunlar;
1- İslam Düşüncesini anlatımda batılı kavramların ödünç alınıp kullanılması.
2- İslam’ı her dönemin hâkim düşüncesine benzetme çabası (İslam Sosyalizmi, İslam Milliyetçiliği vb…)
Nerdeyse ödünç denilen kavramların aydınlarımız tarafından bugün ödünçlükten çıkarak adeta satın alınmış olduğunu görmemiz de mümkündür. İslam’ın Kuran gibi sarsılmaz yüce bir değer olduğu gerçekten bil hakkin anlaşılamadığı gibi, çağın gerekleri için gereken ilm-i hal üretilememiş ve bundan dolayı zihin dünyaları Batıdan ithal ettiğimiz popüler kavramlara uzun yıllar mahkûm edilmiş durumdadır.
Sonuç olarak, İslam Toplumu; Güç, ekonomi, teknoloji, servet, kalkınma, medeniyet ve kültür kavramlarının tarifi yeniden yapmalı ve bunlara İslami çözümler üretmelidir. Aksi takdirde tarih tekerrür etmeye devam edecektir. Kitleler ne olursa olsun tevhidi yeniden keşfetmeye ve hayata geçirmeye muhtaçtır. İç bozulmalara bölünmelere, çağdaş kokuşmuşluğa, çürümüşlüğe, dış etkenlerin gerçek neden gibi göründüğü her türlü maddi ekonomik ve kültürel bağımlılığa karşı tevhit, Cibril’in nefesi gibi bizi ayağa kaldıracak, hayat bahşedecektir. Çünkü tevhit Allah’ı birlemektir. Yani kısacası esas çözümün, bizim zihin dünyamızda tam bağımsızlığımızı gerçekleştirmemizle mümkün olacağının iyi bilinmesi, kitabın temel vurgularını oluşturmaktadır.