Batı sembolik olarak bile "insani" değerlere sahip çıkmaktan aciz!

Turgay Yerlikaya, UCM'nin kuruluş aşamasına dikkat çektiği yazısında bugün Batılı ülkelerin yaşadığı savrulmayı analiz ediyor.

Turgay Yerlikaya / Yeni Şafak

Russell Mahkemesi’nden meşru müdafaa hakkına

7 Ekim’den bu yana İsrail’in Filistin topraklarında yarattığı tahribat, mevcut terminoloji ve söz dağarcığımızla ifade edilemeyecek bir düzeye ulaştı. Kadın ve çocukların çoğunluğu oluşturduğu 30 binin üzerinde insanın katledildiği bu süreç, özellikle Batı tarihi açısından üzerine düşünülmesi gereken sonuçlar üretti. Öyle ki 7 Ekim sonrasında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine gelen ateşkes çağrılarına yanıt vermeyen Batılı ülkeler, sürecin İsrail lehine şekillenmesinde büyük çaba sarf ettiler. İlk evrede askeri ve finansal kapasiteleriyle İsrail’den yana pozisyon alan ülkeler, diplomatik kanalları da tıkayarak sonuç almayı imkansız hale getirdiler.

Tüm bu kurumsal desteğin yanında Habermas ve arkadaşları örneğinde de tartıştığımız üzere, İsrail’in meşru müdafaa hakkı olduğuna yönelik entelektüel destek de Batı dışı dünyada çokça tartışıldı. Her ne kadar İrlanda başta olmak üzere Batılı başkentlerde geniş ölçekli protestolar söz konusu olsa da siyasi iradeye etki edebilecek bir sonuç alınamamıştır. Bilakis, kamusal eleştirileri ve akademide ortaya çıkan itirazları ortadan kaldırmak amacıyla, kurumsal bir baskı söz konusu olmuş ve her türlü muhalefet etkisiz hale getirilmeye çalışılmıştır.

Güney Afrika ve Uluslararası Adalet Divanı

Süreç açısından şimdiye kadarki en etkili adım ise Güney Afrika’nın, Uluslararası Adalet Divanına İsrail’in “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin” ihlali gerekçesiyle açtığı davadır. Ayrımcılığı bütün boyutlarıyla yaşamış olan Güney Afrika gibi bir ülkenin İsraille ilgili bu tür bir hukuki süreci başlatmış olması, oldukça sembolikti. Fakat bütün çağrılara rağmen İsrail’in sistematik olarak sürdürdüğü bu şiddete yönelik engelleyici bir adımın atılamamış olması üzerine düşünülmesi gereken bir konu. Nihayetinde tarihte, bu tür şiddet olaylarına ilişkin hem sembolik hem de hukuki süreçler söz konusu olmuş ve özellikle soykırım suçuyla ilgili olarak orijinal itirazlar ortaya çıkmıştır. 60’lı yılların ikinci yarısında küresel ölçekte ses getiren Russell Mahkemesi, bu noktada önemli ve ayırt edici bir örnek olarak karşımızda durmaktadır.

Russell Mahkemesi

ABD’nin Vietnam’da işlediği savaş suçlarını araştırmak maksadıyla İngiliz filozof Bertrand Russell’ın çabalarıyla oluşturulan “Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi” 20. yüzyıl tarihi açısından önemli bir fenomendir. Jean Paul Sartre, Gunther Andres, James Baldwin, Simone de Beauvoir, Mahmud Ali Kasuri ve Türkiye’den de TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’ın katıldığı bu mahkeme, tahkikat komisyonları kurmak suretiyle, Vietnam’da bir ay süreyle araştırmalarda bulunmuştur. Her ne kadar yaptırım gücü ve herhangi bir hukuki karşılığı olmasa da mahkemenin amacı, ABD’nin Vietnam’da savaş suçu işlediğini bütün kanıtlarıyla ortaya koymak ve bu konuda bir uluslararası gündem oluşturmaktı. Aybar’ın Ant dergisinde yazdığı yazılar ve Vietnam’daki süreçte tuttuğu günlüklerden de anlaşılacağı üzere üyeler, yoğun bir mesai ile hangi alanlarda savaş suçu işlendiğini tespit etmeye çalışmışlardır. Bu süre içerisinde mahkeme heyetini teşkil eden üyelerin tespitlerine göre ABD, Vietnam’da okul, hastane ve sanatoryumları doğrudan hedef almış ve sivil hedeflere yönelik saldırılar yapmıştır. ABD savaş suçu sayılabilecek silahları da Vietnam’da kullanmış ve toplu katliamlara imza atmıştır. Bu süre içerisinde Russell Mahkemesi’ne bağlı komisyon, sürecin bütün ayrıntılarını ortaya koyma adına hem tanıklardan hem de savaş suçunu tescil edecek fotoğraflardan yararlanmak suretiyle ayrıntılı raporlar ortaya koymuş ve nihai kertede ABD’nin Vietnam’da Soykırım yaptığını ortaya koymuştur. Komünist rejimin bölgeye yayılmasını engellemek amacıyla ABD’nin Vietnam’a yönelik bu savaşı, ABD iç kamuoyunda da ciddi tartışmalara neden olmuş ve ABD açısından uzun yıllar sürecek maliyetler üretmiştir. ABD toplumunda Vietnam’ın yarattığı tahribat, on yıllar sürecek bir travmanın yaşanmasını da kaçınılmaz kılmıştır.

Bir Russell Mahkemesi Bugün Mümkün mü?

Russell mahkemesine atıf yapmam ve bu tarihsel bağlamı hatırlatmamın sebebi, bugün böyle bir vicdanın sesi olabilecek bir entelektüel zeminin neden teşekkül ettirilemediğidir. Batı’nın kendi içerisinde Dreyfus Davası başta olmak üzere Russell Mahkemesi gibi örneklere rağmen benzer bir çabayı bugün ortaya koymaması üzerine düşünülmesi gereken bir husus. Tüm bu zemine ek olarak Batı’nın dünya çapında ünlü filozofları aracılığıyla İsrail’in meşru müdafaa hakkına vurgu yaparak saldırıları meşrulaştırması da ayrı bir bahis.

Aynı Batı, Fransa’da 2015 yılında yapılan saldırılar sonucunda birçok devlet başkanının da katıldığı “Cumhuriyet Yürüyüşü”nde tek vücut olurken neden Gazze’de böyle bir reaksiyon gerçekleştirmez. Ya da soruyu şöyle sorarsak daha anlamlı olur: “Onlarca devlet başkanı İsrail’i telin etmek için Gazze’de sembolik de olsa bir eylem yapamaz mı? Böyle bir eyleme öncülük edebilecek bir filozof topluluğu yok mudur? Cevaplarını aşağı yukarı tahmin edebileceğimiz bu sorular, Batı’nın özgürlükler açısından kat ettiği mesafeye dair de çok şey söylemektedir. Bugün sembolik de olsa Russell Mahkemesi teşekkül ettiremeyen bir Batı’nın hegemonyasını bütün yönleriyle tartışmak ve alternatif bir dünya sistemi üzerine düşünmemiz gerekiyor.

Yorum Analiz Haberleri

Gazze katliamında ABD'nin rolü
Endonezya’da “Değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen” madde: Filistin davası
"Mustafa Kemal'in askerleri"ne ne zaman dur diyeceğiz?
Gazze katliamı ve Hasbara’nın iflası
Medyadaki ahlaksızlığa neden göz yumuluyor?