Yasin Aktay / Yeni Şafak
Aynada iskeletini görmeye kadar varan kaç kişi var?
Fransızların nasıl Fransız olduğuna dair yazımızı Fransızlık adına ırkçılık yapanların ne adına ırkçılık yaptığını sorarak bitirmiştik. Fransızlık adına ırkçılık herşeyden önce boş bir iddia, çünkü tarihi veriler, Fransa tarihinin etnolojik tarihi Fransızlarla ilgili karakteristik denilebilecek fiziksel herhangi bir özellik saptama olanağı kalmamış olduğunu gösteriyor. Buna rağmen bir Fransızlık var ve bu kimlik aslında tarihsel olarak, ulus-devlet projesiyle devlet eliyle teşekkül ettirilmiş, işlenmiş ve rafine edilmiş bir kimlik. Bu kimlik adına yapılan ırkçılık ne kadar ırkçılık olabiliyorsa.
Ulusların devlet tarafından yaratıldığı yönünde Gelllner, Hobsbawm, Anderson, Giddens gibi meşhur tarihçi sosyologların tezleri ulus kavramına bir tür metafizik bir köken, bir kutsallık atfeden ulusalcıları baştan itibaren rahatsız etmiştir. İsmet Özel’in muhteşem sorusuyla “Aynada iskeletini görmeye kadar varan kaç, kaç kişi var şunun şurasında?” Bu soru aslında bütün tabularımızla, bizi bir kozaya kapatan ortak aldanışlarımızla yüzleşmeye şairane bir çağrıdır. Derin uykulardan her uyandırma çağrısı ilk anda rahatsızlık verir elbet.
Çok değer verdiğim milliyetçi bir sosyolog arkadaşım son yazıma tepki olarak Gellner ve Hobsbawm’ın tezlerinin Smith, Armstrong ve Nairn gibi yazarlarca çürütüldüğünü ve asıl galat-ı meşhur tezin devletlerin ulusları doğurduğu tezi olduğunu yazmış. Kimsenin kimseyi çürüttüğü yok. Elbette hiçbir devlet tamamen yoktan bir millet yaratıyor değildir. İnsanın sahip olduğu, bir şekilde iltisak içinde olduğu birçok kimliği arasından birini (etnik, dinsel, territoryal vs) öne çıkarıp onun üzerinden bir ulus yaratma konusunda devletlerin, silahlı örgütlerin (Giddens) yirminci yüzyılda gördüğü bariz işlevi gözardı ederek kimse bir milliyetçilik hikayesi yazamaz. “Biz” nasıl ve kimin çağrısıyla, hangi tanımda ve hangi temelde “biz” oluyoruz?
E.Weber’in alabildiğine çeşitli ve karmaşık bir köylü toplumundan bir Fransız kimliğinin yaratılmasında devletin oynadığı zorlayıcı rolü anlattığı kitabın yayıncısı çok değerli dostum sosyolog Levent Ünsaldı da yazımda anlattıklarıma çok değerli katkılarda bulunmuş. Yazımın bundan sonraki kısmını uzun yıllarını Fransa’da geçirmiş, orada öğretim üyeliği yapmış olan Ünsaldı’ya bırakıyorum:
“Sayın hocam, yazınızda, Fransa’daki olayları merceğe alarak ele aldığı uluslaşma sorunsalısında atıf yaptığı E. Weber’in “Köylülerden Fransızlara: Fransa Kırsalının Modernleşmesi” (Heretik Yayınları, Türkçesi: Çağdaş Sümer, Ankara, 2017)” sadece başlığıyla bile çarpıcı zira kalkınma literatüründe “modernleşme” kavramı ekseriyetle çeper ülkeler için kullanılırken merkez ülkelerin analizinde gelişim kavramı tercih edilir. Bu, sıradan bir terminolojik tercihin ötesinde fevkalade önemli bir semantik ayrışıma işaret eder. Şöyle ki, örneğin Türk modernleşmesi dediğinizde faili belli (devlet) ve yukarıdan aşağıya doğru ivmelenen kâh zorlama kâh birtakım toplumsal kesimlere rağmen yürütülmüş bir dinamiğe gönderme yaparsınız. Oysa gelişim veyahut ilerleme nosyonu, örtük olarak, toplumsal dinamiklerin kendince ve dış müdahaleye (en başta da devletin müdahalesine) gerek duymaksızın serpilmesi fikrini bağrında taşır.
Aynı şekilde, farklı ancak ilişkili başka bir yazında da Türk kapitalizmi veya burjuvazinin devlet bağımlı karakterine yapılan her vurgu, “normal” akışında ve başka yerlerde (Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da) bunun böyle olmadığı (veya olmaması gerektiği), yani kapitalist dinamiğin ve burjuvazinin gelişiminin olağan şartlarda devlete çok az şey borçlu olduğu ön kabulünü içerir. İşte tüm bu sebeplerden ötürü de E.Weber’in çalışması fevkalade merkezidir zira biz (merkez ülkeler) ve onlara (çeperdeki ülkelere) dair analizlerde kullanılan ikili tasnif şemalarını, idrak kategorilerini yerle bir eder.
Uluslaşma bir inşaysa der Weber, bu Batı Avrupa’da da birtakım fail ve dinamiklerin ve ilişkili sınıfsal çıkarların, hiç de doğal ve pürüzsüz bir akıştan bahsedilemeyecek şekilde birbirine eklemlenmesiyle tezahür etmiştir. Bundan iki yüz yıl önce Fransız köylüsü, öncelikle bir Bröton’dur (Bretonya), Norman’dır (Normandiya), Basklıdır (Bask Bölgesi), Picard’ır (Kuzey Fransa), Korsikalıdır. Kullandığı dil, bugün bir lehçe statüsüne indirgenmiş olan ancak savunucuları için tam manasıyla ayrı bir dil zenginliği ve yeterliliği haiz “patois”dır.
Sosyal bilimlerde ilişkisel düşünmek esastır. Bugün herhangi bir patois yerel dil/lehçe statüsüne “düşürülmüşse” bu, şeylerin doğası gereği böyle olmak zorunda olduğundan değil, yüzyıllar içinde Fransızca’nın, 18.yy’a kadar sadece Paris ve civar bölgelerde konuşulan eski Fransızca’nın (vieux français) kendisini yenileyerek tüm Fransa genelinde hakimiyetini tesis etmiş olmasındandır. Şerh: sosyal bilimin dili ekseriyetle edilgendir, faili açıkça imlemez (“tesis etmiştir”). O halde burada da kimin, nasıl ve hangi çıkarlarla Fransızcayı, inşa edilen ulusun egemen ve “doğal” diline dönüştürdügüne bakmak gerekir.
E.Weber’in çalışması bu sorulara, fevkalade bir arşiv çalışması eşliğinde detaylı cevaplar getirir. Kısaca değinelim: kapitalist gelişimi (ve palazlanan burjuvazinin çıkarlarını) takip ederek ulusal pazarın ulusal sınırlarla örtüşmesi ve ortak bir “resmi” dilin, ulus inşasının en önemli unsuru olarak kendini dayatması; idari dil olarak Fransızca’nın mahkemeler, valilikler, belediyeler, ordu, haberleşme ve iletişim araçları ve elbette en önemli bileşen olarak okul vasıtasıyla yerele sızması ve yerel aidiyet, dil ve kozmosu bir anlamda silip süpürmesi veyahut en hafif tabiriyle bunları kendi nazarında tali, arkaik, geçmişte kalmış, kökü cılız unsurlar olarak tanımlaması.
E.Weber tüm bu gelişimde, kendi dinamiğini takip eden bir tarihsel sürecin izlerini değil, devlet aygıtını çok açık bir proje dahilinde seferber etmiş egemenlerin iradesini görür. Şurası açıktır ki Afrika veya Güney Asya’da çeşitli bölgelere “medeniyet” götürmeden önce, veya eş zamanlı olarak, Fransız egemenleri kendilerini metropoldeki bölgelere de (metropol gündelik ve idari dilde Avrupa anakarasındaki Fransa’yı imler) medeniyet götürmek zorunda hissetmiştir. Bu kesimler ve devlet aygıtı nezdinde, en azından bahse konu olan dönemde, bir Senegalli ve Picardie’li (Kuzey Fransa’lı) Ch’ti arasında çok bir fark yoktur. Her ikisi de Fransız egemende aynı tiksinti hissini doğurur: vahşilik, cahillik, canilik, yol-yordam bilmezlik.
Buradaki yol-yordam bilmezligi, N. Elias’ın “Uygarlık Süreci” kitabında bahsettigi, medeni olmayı tanımlayan yapma-etme, zarafet ve adabı muaşeret kurallarından bihaber olmak olarak almak gerekir. Keza Elias’ın çalışmalarında uzun uzadıya yer verdiği gündelik yaşamdan şiddetin çıkarılması da çapraz bir okumayla E.Weber’in kitabında oldukça güçlü bir yankı bulabilir. Zira kolayca sinirlenen, “gözü dönen”, şiddete meyilli köylü Fransız idaresinin de baş ağrısıdır, bu onun vahşi doğasının ayrılmaz parçasıdır.
Dolayısıyla görülmektedir ki ulus inşası, bu sefer de diğer bir Weber’in, Max Weber’in çizdiği hattan ilerlersek, devletin fiziki güç tekelini ele geçirmesiyle eş zamanlı yürümüştür. Fransız kırsalında halen izleri görülebilecek jandarma korkusu (peur du gendarme) kuşkusuz bu dönemden kalmadır. Keza Fransız idaresinin, sömürgelerdeki baskıcı politikalarının çerçevesini oluşturmuş olan “pacification” [zapturapt altına alma] fikri de metropolde uygulanan iç-sömürgeleştirme pratiklerinden çok ayrı düşmez. Fark kuşkusuz, bu pratiklerin metropolde nasıl öyle ya da böyle ulusal bir inşa ile sonuçlandığı, sömürgelerde ise tam tersi bir dinamik tetiklediğidir.
Burada bir izah çerçevesi olarak, sömürgelerdeki kapitalist dinamiğin ve artı değerin transferinin, yani sömürünün doğrudan ve çok açık şekilde etnik ve dinsel/mezhepsel hatların/ayrışmaların üstüne binmiş olması ileri sürülebilir.”