Başsavcının laik taassubu

Mümtazer Türköne

"Laikliğin gündemden düşmesi"nden şikâyetçi olmak, ne anlama geliyor? Ekonomik büyüme ile laikliği iki karşıt kutuba yerleştirmek ve ekonomik büyümeye vurgu yapılmasından rahatsız olmak ne demek?

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın "Onur günü"nde söylediği "Muhafazakâr partiler öne çıktıkça, ekonomik büyümeye daha çok vurgu yapılmak suretiyle, laikliğin gündemden düşürüldüğü görülmektedir" cümlesini ve konuşmasına bütünüyle yansıyan keskin taassubu anlamamız lâzım.

Taassup, bir fikre körü körüne bağlanmak; bir inancı veya ideali akıl dışında sorgulamadan ve sorgulatmadan savunmaktır. Mantığın iptal edildiği asabî olma durumu, taassubun kişisel nitelik kazanmasıdır. "Asabiyet" kelimesini kabile dayanışmasını ifade etmek için kullanan İbn Haldun, milliyetçiliğin "öteki" düşmanlığını anlatmaktadır. Taassup, aslında bir ilişkiler ağını, çıkarları veya mevcut olanı korumak için bir zırh vazifesi görür. Fikirlerin sorgulanamaması, aslında savunulan şeyin fikirler değil bu fikirlerle ifade edilen çıkarlar olduğunu gösterir. Eğer bir kavramın, bir prensibin tartışılmasına izin vermiyorsanız, yaptığınız şey taassuptur. Anayasa'nın 2. maddesinin tartışılamayacağını söyleyen Başsavcı, akla ve bilime (dolayısıyla kendi tanımladığı laikliğe) aykırı bir şey söylüyor. Cumhuriyet'in temel ilkelerini değil, özel bir yorum ile tanımlanan çıkarları savunuyor. Bu çıkarları bir taassup zırhının arkasına saklıyor. Yargıtay Başsavcısı'nın savunduğu laiklik, bir kavram veya ideal değil; bir hukuk prensibi hiç değil. Başsavcı, statükonun epeyce geride kalmış, çağdışına itilmiş halini savunuyor. Neden mi? "Laikliğin gündemden düşmesi"nden şikâyetçi olmak için laiklikten hiçbir şey anlamamak lâzım. Laiklik elbette gündemden düşmeli. Toplum laikliği değil, reel sorunlarını tartışmalı. Maddi ilerlemeyi konuşmalı. Eğer laiklik, Yargıtay Başsavcısı'nın sıklıkla tanımladığı gibi "akıl ve bilimin öncülüğü ve aydınlanma" ile ilişki içinde ise "ekonomik büyümeye" vurgu yapılmasını laikliği zayıflatan değil, tam tersine güçlendiren bir eğilim olarak görmesi lâzım. Laikliğin güçlü olduğu toplumlarda laiklik "gündemden düşmüş" bir konu. Ve herkes ekonomi konuşuyor. Yalçınkaya'nın "bağnaz bir laiklik" anlayışı ile savunduğu yerleşik çıkarlar neler? Bu soruya, bilimsel bir yaklaşımla verilecek cevabı, siyaset bilimci Füsun Üstel ile Birol Caymaz'ın "Seçkinler ve sosyal mesafe" araştırmasının sonuçları arasında bulmak mümkün. Birkaç gün önce yayımlanan bu araştırma, Yalçınkaya'nın savunduğu dünyayı bütün çıplaklığı ile gözler önüne seriyor. Sorun, kendilerini Türkiye'nin sahibi olarak gören seçkinlerin yeni siyasî seçkinleri kendilerine rakip olarak görmeleri. Kendilerini Cumhuriyet'in taşıyıcıları olarak gören seçkinler, "AK Parti'yi bir tehdit unsuru ve "işgalci" olarak görüyor." Türkiye'nin artık arkaik hale gelen seçkinleri, başat duruma geçen muhafazakârlığı ekonomik ve sosyal olarak kendilerine rakip görüyorlar. Yalçınkaya'nın sözleri ve endişeleri bu kesimi temsil ediyor. Bilimsel, yani objektif ölçülerde bakılırsa AK Parti muhafazakârlığının Türkiye'yi, temsil ettiği kesimlerle birlikte modernleştiren, dolayısıyla laiklik prensibini de pekiştiren bir aktör olduğunu teslim etmek gerekir. Modernlik aslında her türlü taassubu, yani bağnazlığı ortadan kaldırıyor. Dindarlık özgür bir ortamda siyasî yüklerinden kurtuluyor; laiklik seçkin çıkarlarını koruyan bir taassup zırhı olmaktan çıkıyor, toplumu özgürleştiren bir hukuk normu haline geliyor.

Mehmet Kamış'ın dünkü yazısı, Yalçınkaya'nın farkında olmadan düştüğü tuhaflığı çarpıcı biçimde özetliyor. "Yoksulluk bir yönetim biçimi" haline geliyor ve adına "laiklik" deniyor. Taassuptan ancak ilerlemeye ve gelişmeye engel böyle bir sonuç çıkabilir.

ZAMAN