Son yazımızda başörtüsünün nasıl olması gerektiğinin, İslâm’ı referans alanlarla İslâm’ı referans almayanlar arasında bir ihtilaf noktası olduğunu, ama artık bu meselenin İslâm’ı referans aldığını söyleyenler arasında da bir ihtilaf konusunu teşkil ettiğini yazmış ve birincisini izah etmiştik.
Diğerine gelince; son günlerde “dandik tesettür” tartışması ekseninde varlığı iyice belirginleşen ve referans kaynakları daha çok “bu çağda ancak bu kadar olur, bireysel tercih, kişisel özgürlük, estetik” gibi çağın ruhuna uygun psikolojik gerekçelerle örülmüş ve tesettürü modern kalıplara döken yeni bir trend var. Bir de buna tavır koyanlar...
Müslümanlar ihtilafa düşebilirler. Ancak bu ihtilaf Kur’an, Sünnet ve İcma ila sâbit olan kadının avret mahallinin yani el, yüz ve ayaklar haricinde bedenin bütünün şeffaf olmayacak ve beden uzuvlarını belli etmeyecek bollukta kıyafetlerle örtünmesi gerektiği amir hükmünde yaşanıyorsa, bu ihtilaf; İslâm inanç sisteminin, teşrî hükümlerinin ve tarihsel uygulamasının dışında cereyan ediyor demektir.
Akide olarak Nur sûresine inanmanın gereğidir tesettür. Keyfiyet olarak Sünnet ve Fıkıha ait bir meseledir. Tarih olarak da Müslüman bütün fırkaların üzerinde icma ettiği; nesilden nesile yüzbinlerin yüzbinlere ve daha sonraki asırlarda milyonların milyonlara ameli mütavatir olarak aktardıkları kat’i bir dinî uygulamadır.
Öyle ki, tarih boyunca Müslümanlığın en görünür sembollerinden birisi olmuştur. İslâm tesettürüne inanmayan bir Hıristiyan, Yahudi yahut Hindu bile tesettürün Müslümanlığa ait olduğunu bilir.
Tesettüre mündemiç “ruhsal edeb”i hiçleştiren davetkâr tesettür kıyafetleri, elbette Müslümanları rahatsız edecektir. Ve bir Müslümanın bunun dinen meşru olmadığını söyleme hakkı vardır. Bu, herhangi bir bireyin inanma hürriyetine müdahale değildir, bu; İslâmî olduğu iddia edilen bir hususun İslâm’i olup olmadığının tesbiti meselesidir.
Bir şeyin İslâmî olup olmadığını tesbit için yapılması gereken şey, içine düşülen ihtilafı yine İslâm’ı referans alarak çözmek olmalıdır. Kur’an bunun yolunu şöyle gösterir:
“Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah’a ve Resûl’e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” (Nisa: 59)
İnananların içine düştükleri anlaşmazlıkları çözmede birinci derecede müracaat kaynakları, Kur’an ve Sünnet’tir. Yine Kur’an; “Eğer bilmiyorsanız, Ehl-i Zikr’e (konunun uzmanlarına, bilenlere) sorun.” (Nahl: 43, Enbiya: 7) buyurmaktadır.
Efendimiz (sas) de, “Âlimler Peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler, ne dinar ne dirhem miras bırakırlar, ama ilim miras bırakırlar. Kim de ilim elde ederse, bol bir nasib elde etmiştir.” (Ebu Davut: 3/354, hn. 3643, Tirmizi: 5/48, hn. 2682) demiştir. Bir diğer ifadeyle, hem Kur’an hem de Efendimiz, uzman olmayanların konuyla ilgili uzmanlara müracaat etmesini söylemiştir.
Çağımızın bir özelliği de tahassus çağı olmasıdır. İnsana ve kainata dair bilgi çok dallanıp budaklandığından, uzmanlaşma da artık küçük alanlarla sınırlanmaya başlamıştır. Bunun için de her konuda uzmana gitmemiz gerektiğini biliriz.
Psikolojiden sosyolojiye, siyasal bilimlerden tarih disiplinine, hukuktan ekonomiye ve hatta futboldan yemek tarifine varana kadar alanının uzmanlarına itibar edildiğini görüp de, dini alana gelince nasıl olup da herkesin aniden uzman kesilmeye başladığını müşâhade etmek, size de garip gelmiyor mu?!.
Evet, İslâm’da ruhbanlar sınıfı yoktur, âmenna ve fakat uzmanlığın olmadığını kim söyleyebilir ki?..
Tesettür, İslâm’ın Kur’an, Sünnet ve İcma ila sâbit bir hükmüdür. Bu yüzden tesettürün nasıl olması gerektiğini de, ne bizim kişisel tercihlerimiz ne de devletin ideolojisi belirler. Dinî olanı öncelikle din belirler. İçine düştüğümüz ihtilafların referans kaynağı da dinin kendi öz kaynakları olmalıdır.
İslâm Dini’ne yeni bidatlar eklemek nasıl aşırılıksa, İslâmî hükümleri iskat etmek de aynı ölçüde aşırılıktır ve tabiatıyla merduttur. Çağın kültürel hegemonyası bu gerçeği değiştirmez.
VAKİT