Bir okurum, 3 yıl önce kaleme aldığım “Başörtüsü yasağı kalkarsa” başlıklı yazımı sakladığını, amacının da o yazıda başörtülülerle ilgili bir gelecek okuması denememi ileride yaşananların ışığında test etmek olduğunu söylediğinde, doğrusu neler yazdığımı ben de merak ettim.
17 Aralık 2008’de Anadolu’da Vakit gazetesinde yayımlanan o yazıyı arşivimden buldum. Öncelikle başörtü yasağını eleştiren ve bu yasağın ilelebed sürmeyeceğini dillendiren bir yazı.
Okurun teste tabi tutacağını söylediği bölümde ise, şu tahlilleri yapmışım:
Gözünü yasakların dünyasında açmış, şuur dünyasını başörtüsü yasaklarının en ilkel uygulamalarının cenderesinde oluşturmuş bir nesil var karşımızda. Yakın gelecekte sağduyu gâlip gelir de başörtüsü meselesi çözülürse, korkarım, en çok da bu yasağın mağdurları ofsayta düşecek.
Bunu, toplumun dünden bugüne akış seyrini, nesiller arası çatışmayı, küreselleşen algı dünyalarını gözönünde bulundurarak tahmin etmek mümkün. Buradan hareketle yasağının kalktığı Türkiye’ye dair bazı hususlarda bir gelecek okuması denemek istiyorum.
Başörtüsü yasağıyla önceleri, “Dinî yaşama özgürlük” talepleri bağlamında mücadele ediliyordu. Yani başörtüsüne istenen özgürlük, dinî hayata yönelik baskıların kalkmasına dair toplumsal talebin bir parçasını oluşturuyordu. Liberal fikirler câmiada kök salmaya başladıkça bu talep bütünden tecrit edildi ve zamanla da müteâl boyutundan önemli ölçüde soyutlandı.
O süreç içerisinde toplumsal dinî talepler “bireysel özgürlük” taleplerine evrilmeye başladı ve yasağa karşı mücadelenin argümanları da yavaş yavaş kutsallardan arındı. Mücadelenin yeni zemininin, inananların şuur dünyasında başörtüsünü de profanlaştıracağı pek akla gelmemişti önceleri.
Bireysel özgürlükler yeni hâkim söylem olmaya başladığında da, İslâm ahlâkının izin vermediği birtakım bireysel özgürlüklere sahip çıkmak ya da en azından tolere etmek durumu, çelişkiye düşmemek adına, kaçınılmaz oldu. Eşcinsellerle farklı platformlarda birarada bulunmanın zımnî olarak onların bedenleri üzerindeki tercihlerini kabul etmek anlamına gelmesi, daha farklı örneklerle beraber dikkate alındığında iyi analiz edilmesi gerekir.
Avrupa Birliği’ne tam üyelik sürecine uygun alınan tavırlar da mücadele dilinin sekülerleşmesini iyice besledi. Seküler argümanların dünyasında yasağın daha rahat kaldırılabileceği vehmedilmişti. Böylece modern seküler Batı toplumu da yasaklara karşı tavır koyacak, içimizdeki yasakcı kesimin ikna edilmesi de onların desteği ile kolaylaşacaktı. Bu pragmatist yaklaşımın en önemli hatası birinci derecede neyin korunması gerektiği hususunu ıskalamasıydı.
Tesettürle bu dönemde tanışmış özellikle de eğitimli gençler, tesettürün aşkın boyutundan çok protest özelliğine, yani yasaklara karşı bireysel başkaldırı anlamına teşne oldular. Mücadele dilinin ibâdet ve itaat içeriğinden soyutlanmasının bunda önemli rol oynadığı inkâr edilemez.
Bu meyanda sormak gerekir. Yasak kalktığında başörtüsü de başörtüsüne zoraki yüklenmiş protest anlamını yitirmeyecek mi? O zaman da başörtüsünü protest bir kültür olarak taşıyan gençlerimiz bir boşluğa düşmeyecekler mi?
Belki o zaman din dilimizin ne kadar postmodern teolojinin nüfuzu altında girdiğini göreceğiz. Dil deyip geçmemek lâzım. Zira dil, kimliğimizi oluşturan en önemli etmenlerden bir tanesidir. Kullandığımız kavramların şuuraltı müktesebatımızla ilişkisi, bize, zihin dünyamıza hâkim olan dünya görüşünün ipuçlarını verir.
Bunları söyledikten sonra yazıda yasağın kalkmasıyla devlet-toplum arasındaki tabiî olmayan bu gerginliğin önemli ölçüde aşılacağını belirtmiş, bunun sonucu olarak da mütedeyyin câmianın daha devletçi ve daha milliyetçi bir çizgiye kayacağını belirtmişim.
Bir de, başörtüsü yasağının paradoksal olarak bu yasağa karşı mücadele veren Müslüman kadını ne kadar modernleştirdiği görülecek, demişim.
Umarım okurumun testinden sınıfta kalırım!
YENİ AKİT