Biraz da “Camiler ve Din Görevlileri Haftası” münasebetiyle, bugün, dindarların hayatına fazla girmeyen, üzerinde fazla kafa patlatılmayan bir konuyu gündeminize getirmeye çalışacağım...
Siyasetin hayatı geçtiği bir dönemde kim okur, kim dinler, kim anlamak ister demeden “İnancın sanat ve estetik boyutu”nu yazmayı deneyeceğim...
Bitip tükenmeyen siyasi kavgalardan ve inancı “tartışma malzemesi”ne dönüştüren acıtıcı yaklaşımlardan kendinizi biraz kurtarıp, inancınızın “sanat-estetik” boyutunu düşünmeye de biraz vakit ayırın lütfen...
Düşünün: Başörtüsü karşıtları neden “türban” diye tutturuyor da, başörtüsüne değil, “türban”a karşı olduklarını ısrarla vurguluyorlar?
“Türban” nedir, “başörtüsü” nedir?..
Bunların birbirlerinden ne farkı var?
Biz “Farkı yok” deyip geçiştiriyoruz, acaba gerçekten farkı yok mu?
Hem de çok!..
Başörtüsü, “inanc”ın “geleneksel”leşmesi, “türban” ise “bilinç”ten beslenen “iman”ın “sanat-estetik”le buluşarak hayata yansımasıdır.
“Türban” diye isimlendirdikleri baş örtme biçimi, bilinçli bir duruşun simgesi olarak algılanıyor.
Yani, başörtüsü karşıtlarını asıl kaygılandıran şey, başın örtülmesi değil, inancın bilinçle desteklenmesi, bir bakıma da “sanat” ve “estetik” boyutlar kazanmasıdır.
Böyle olunca eylem “vazgeçilmez” olur...
“Ninelerimizin baş örtme biçimi” diye tutturmaları, bundan dolayıdır.
“Geleneksel örtü” diye yırtınmaları yine bu sebepledir...
Zira insanları, kâh “moda”, kâh yeteri miktarda “modernite” katılmış “mahalle baskısı”yla, zaman içinde “geleneksel”den koparıp düzenin eksenine oturtmak mümkündür...
Ancak “şuur = bilinç” düzeyi kazanmış “iman”dan kimse koparamaz!
Başörtüsü karşıtları, bu olgunun ne kadar farkındadırlar bilemem; ne var ki, inancın “sanat-estetik” boyutlar kazanmasının, hem daha “bilinçli”, hem daha “derin” yaşanması, hem de yaygınlaşması açısından son derece önemli olduğunu eski hayatımızdan biliyorum.
Öyle olmasaydı, “kulluk bilinci”ni sanat ve estetikle bütünleyebilirler miydi?
“İhtiyaç”tan doğan mekânları (cami, ev, çeşme, beşik, hatta mezarlar) “sanat”la âbideleştirip “estetik”le ebedileştirirler miydi?
Bütün bunlar, “eser”den “müessir”e geçişin ipuçlarını veriyor.
Eski camilere, eski çeşmelere, eski evlere bir de bu gözle bakarsanız, ihtiyacı karşılamanın yanısıra, “sanat” ve “estetik” kaygılarla da oluşturulduklarını görebilirsiniz.
Sultanahmet Camii’nin sadece ibadet ihtiyacını ya da Sultanahmet Çeşmesi’nin (III. Ahmed Çeşmesi), sadece su ihtiyacını karşılamak için tasarlandığını kim söyleyebilir?
Sanat ve estetik anlayışla birer nadide tabloya dönüştürülmüş mihrapların, minberlerin, hutbelerin, kürsülerin, kapı-pencere kapaklarının, eski konaklarda çok sık rastlanan tavan-saçak oymalarının, hatta sanatı “beşikten mezara” kadar, hayatın her alanına yayan beşiklerle mezar taşlarının, salt “ihtiyacı karşılamak” için üretildiğini kim iddia edebilir?
Temelde cami namaz için, mihrap imam için, minber hutbe için, kürsü vaaz içindir; sanat ve estetikten yoksun camilerde de namaz kılınabilir, minberlerde hutbe okunabilir, kürsülerde vaaz verilebilir, evlerde oturulabilir, çeşmelerde abdest alınabilir, su içilebilir (nitekim son zamanlarda yapılanlar bu türdendir); ancak “ihtiyac”ın “eser”e dönüşmesi “ihitiyac”a “sanat” ve “estetik” katılmasıyla mümkündür.
Sanat, ihtiyacı âbideleştirir, estetik ise ebedileştirir! Çünkü estetik ve sanat hem bilgili, hem de bilinçli yaşamın adıdır.
Sanatı anlamayan Cenab-ı Hakk’ın “Sani’” sıfatını kavrayamaz.
“Sani” sıfatını kavrayamayan, “Kitab-ı Kebir-i Kâinat”ı okuyamaz...
Okusa bile anlayamaz...
Dolayısıyla, Sâni-i Zülcelâl’in vahdaniyetinın kâinattaki yansımalarından zevk alamaz.
Yazık ki günümüzde her şey salt “ihtiyacı karşılamak” amacıyla yapılıyor.
Bu yüzden, Cumhuriyet döneminin bir “cami mimarisi” bile yok...
Eski sanatlar can çekişiyor...
Milliyet Gazetesi’nin (2-3 Haziran 1987) müthiş bir ürküntüyle başlığa çektiği gibi, “Gecekondu mahallelerinde milyarlık camiler yükseliyor... Cami sayısı okulları geçti... Toplam 58 bin 455 okula karşılık 60 bin 161 cami var. Bunların 54 bin 24’ü de Cumhuriyet döneminde yapıldı... Her yıl bin 600 cami ibadete açılıyor...”
Ama hepsi beton, harç, hepsi demir-çelik, alçı karışımı... Hemen hemen tümü eski selâtin camilerinin kötü birer kopyası... Ne “sanat” kaygısı var ortada, ne de “estetik”!..
Böyle gitmez...
Artık hayata biraz aşk, biraz sanat, biraz estetik, kısacası bir miktar Sinan (şu bizim dahî mimar) katmanın vakti geldi.
VAKİT