Baskı ve zorlama zamanlarını “Bilinci diri tutup direnci arttırdığı” gerekçesiyle savunanlar var. Bunlar, 28 Şubat’ta zulme karşı direnç gösteren Müslümanları, görece de olsa Müslümanların iktidara gelmesi ile sistem içerisinde erimekle itham ediyorlar. Bunun en büyük delili olarak ise bir zamanlar uğruna bedeller ödenen tesettürün yozlaşan görüntüsü ile iktidar nimetlerinden faydalananların konformist tutumlarını sunuyorlar. Oysa bu iki durum baskı ve zorlamayla alakalı olmadığı gibi, özgürlükten kaynaklı da değiller. Bunlar takvanın konusuna giriyor.
Sanırım burada unutulan ya da atlanan bir ayrıntı var gibi. 28 Şubat’ta örtüsü için mücadele eden Müslümanların toplumdaki oranı! O günlerde kendini Müslüman olarak gören insanların tümünün, zulme karşı bilinçli bir direniş gösterdiği düşünülmüyor olsa gerek. Öyle olmadığına birlikte tanıklık ettiğimizi, sürecin canlı şahitliğini yaptığımızı hatırlatmaya gerek yok. Nihayetinde aynı zaman diliminde yaşıyoruz, bahsettiğimiz Ortaçağ dünyası değil!
Bununla birlikte bir kısım “Müslümanların” salt 28 Şubat edebiyatı yaptığı ve iktidarın konformist rüzgârına kapıldığı gerçeğini başka bir çalışmaya bırakarak, “Zulüm zamanlarında bilincin artacağı” iddiasını tartışabiliriz.
Müslümanların yaşadığı ülkelerde temel hak ve özgürlüklerin artması; dolayısıyla kültürel, sosyal ve siyasal haklardan yararlanan Müslümanların faaliyet sahalarının genişlemesi; aslında İslam'ın değil, kurulu sistemlerin yararınadır! Çünkü Müslümanlar sistemi içselleştirmekte ve enerjilerini boş yere harcamaktalar. Bu yüzden, zulüm ve baskı artmadıkça müslümanlar uyanamaz. Onların lehine olacak her kazanım, İslami gelişmeyi geciktiren sahte bir iyileşmedir. Diye sıralayabileceğimiz onlarca cümle.
Oysa çok yakın zamanda tecrübe ettiğimiz 15 Temmuz’un olağan üstü zamanlarında, üretilen kriz politikalarının özgürlük değil daha çok baskı ve kısıtlama getirdiğini görmedik mi? Hala bu zamanların yükünü taşımak zorunda olduğumuzu unutmamak lazım.
“Artan zulüm ve baskılar bilinci arttırdığı gibi beraberinde toplumsal devrimleri de getirir” anlayışının çok sevdiği bir cümle var: “Karanlığın en koyu olduğu an, aydınlığın en yakın olduğu zamandır!” Evet, bu bir umut tazaleme, moral depolama cümlesi olabilir ancak aydınlığa ulaşmak için elindeki mumu da söndürmenin mantığı nedir?
Kaldı ki bu önermenin sağlamasını yapmak için İslam coğrafyasındaki genel duruma bakmak yeterli. Zalimce katledilen, zindanlarda çürütülen, temerküz kamplarında açlığa mâhkum edilen, sokak ortasında infaz edilen Müslümanların temel insani haklarına kim sahip çıkıyor? İslam böyle zulüm, kıyım ve vahşi ortamlarda mı gelişecek ve insanlığa umut olacak? Böyle düşünenler “Nebevi tebliğ metod”unu hiç anlamamış, neden hicret edildiğini doğru okuyamamış, sanırım daha da önemlisi insan fıtratına yabancı kalmış demektir.
Lev Troçki, sosyal çelişkilerin “Bolşevik devrimini” kaçınılmaz kılacağını düşünüyordu. O, ekonomik ve sınıfsal çelişkiler derinleştikçe büyük bir buhran oluşacak, kriz siyasal ve sosyal hayata yansıyacak, bu da devrime zemin oluşturacak diyordu. Yani proleteryanın devrimi buhranın çocuğu olarak doğacaktı. Dolayısıyla kriz yoksa dahi üretilmeli ve derinleştirilmeliydi.
Marksistler her ne kadar bu düşünceyi “Materyalist devrim teolojilerinden” ürettiklerini düşünseler de, bu anlayışın köklerini Hıristiyan teolojisinde bulmak mümkün. “Mesih’in yeryüzüne tekrar gelip barışı sağlayacağına” inananlar dünyayı kıyamete zorlayacak savaşlar çıkarmak isterler. Armageddon savaşları bu amaca hizmet edecektir. Sanırım aralarındaki tek fark, Marksistler cenneti yeryüzünde ararken, diğerleri Tanrı’nın Krallığı’nı ölüm sonrası cennete kavuşmak için kurmaya çalışıyorlar. Ortak noktaları ise, ikisi de ulaşmak istedikleri cennetin yolunu cehennemden geçmekte görüyorlar.
Aynı bakış açısına, İslam dünyasının heterodoks anlayışlarında rastlıyoruz. "Mehdinin zuhuru için cevr ve cefa artmalı" düşüncesi, “Toplumsal krizler Mehdi'nin zuhurunu kolaylaştırır” inancına götürüyor. Öyle ki İran’da Ticaret Bakanlığı'nı bile bile zarara uğratıp, mutlak adaletin ancak böyle geleceğini ispat etmeye çalışan yöneticiler çıkabiliyor. Bu durum birilerinin, birilerini adım adım izlediği, taklit ettiği anlamına gelmiyor. Bu olsa olsa evrensel doğruların ortaklaşabileceği bir dünya da, evrensel sapmaların da aynılaşabileceğine işaret ediyor. İnsanlık tecrübesi doğrusuyla yanlışıyla birbirini besliyor.
Dünya edebiyatında Tolstoy ve Dostoyevski'nin yeri yadsınamaz. Bu insanlar sadece Rusların değil, dünyanın hayranlıkla baktıkları edebiyat dâhileridir. Bugün Sovyetler Birliği ve devamı olan Rusya Federasyonu’nda neden böyle dünya çapında dâhilerden söz edemiyoruz? Türkiye’de entelektüel katliama sebep olan “Alfabe devrimi” sonrası halimiz ne oldu? Camilerin kapatılıp ahır yapıldığı, dini öğretimin hattâ Kur'an-ı Kerim öğrenmenin engellendiği, ezanın Arapça okunmasının bile yasaklandığı zamanlarda neler yaşandı? En doğal ve insani hakları ellerinden alınan toplumun geneli, bu yapılanlar karşısında nasıl davrandı?
Hepsine rahmet olsun, bu duruma itiraz edenler idam edildiler! Hunharca katledildiler! Bu zulüm ve baskı ortamları bilinci arttırıyordu arttırmasına da bilinci artanların ölmekten başka çaresi yok gibiydi! Bu yapılanlar karşısında Müslümanların aynı refleksi göstermesi gerekmez miydi? Oysa bugün tahfif ettiğimiz, burun kıvırıp “Bunlar nasıl Müslüman?” diyerek belki de tekfir ettiğimiz dedelerimizin “Çocuklarını gavûr yapıcı mekteplere göndermemek” dışında çok da alternatifi yoktu! Pe ki bu baskılar, özgürlük getirdi mi? Sanırım hiç birimiz buna, şimdilik olumlu cevap veremeyeceğiz.
Baskıcı tüm kanunlar özgürlüğü kısıtlar. Bu yasaları göze alarak bir eylemde de bulunabiliriz tabi. Bu konuda özgür olmadığımızı söylemekte doğru değil. Ancak bu özgürlüğün maliyeti çok yüksek ve adanmış bir avuç insan dışında kimse bu bedeli ödemek istemiyor. Sonuç ise sürekli olarak “Bu toplum neden kendisine yapılan haksızlıklara isyan etmiyor?” diye serzenişten başka bir şey olmuyor. O zaman sormazlar mı insana; madem baskı ve zulüm bilinci arttırıyorsa ve sizler için yaşanan dönem 28 Şubat’tan daha kötüyse neden toplumun “bilinçsizliğinden” tekfir derecesinde nefret ediyorsunuz?
Bununla birlikte yasakların, baskı ve zorlamaların her halükârda bir tepkiye yol açtığını da söylemek lazım. İnsanlar baskılandığı zaman daha fazla muhalif olurlar. Bu oldukça doğal bir reflekstir. Ancak tepkinin oranını güç ve adanmışlık belirliyor. Önemli bir kesim sadece buğz etmekle yetiniyor. Başka birileri için ise bu, şiddete zemin hazırlamak anlamına geliyor. Ancak yasaklanan görüşler ortadan kalkmıyor, tersine kendini açığa çıkaracak başka mecralar arıyor. Bu yüzden yasakçılık yararsız olmaktan daha da öte zararlı bir eylem olarak karşımıza çıkıyor.
İnsanların hareket hürriyetine müdahale etmeyi caiz kılan biricik etken korunma gayesidir. Bu cümleden hareketle baskı ve zorlamanın ancak insanları zarardan korumak adına haklı olabileceğini söyleyebiliriz. Bu durum, devletin iddia edebileceği asgari bir hâk olmakla birlikte; sadece hâk değil, aynı zamanda bir görevdir. Çünkü devletin varlığının en önemli sebep ve hikmeti bundan ibarettir. Sanırım bize de düşen sürekli olarak bu görevi hatırlatmak olacaktır, duyanlara…