Başka modeller!

Ali Bulaç

Bizim herkesin kendine özgü farklılıklarını koruyarak birden fazla din, etnik ve kültürel grup arasında barış içinde ve bir arada yaşamaya dayalı çoğulcu bir dünya kurma gibi gayemiz varsa, bunun mümkün yol ve yöntemlerini bulabilmek için, gözümüzü bir parça Batı'da formüle edilip önümüze konulmuş bulunan çözüm paketlerinden farklı kaynaklara ve modellere de çevirmemizde zaruret vardır.

"Bir arada ve barış içinde yaşamak"tan, herkesin her nasılsa cebren, rızası hilafına bir daire içine hapsedilmesini değil, herkesin hakkaniyete ve adalete göre temel hak ve özgürlüklerine sahip olması imkanlarının sağlanmasını kastediyoruz. Zaman zaman tarihte gayrimüslimlerin bu durumda tutulmuş olması bugün de aynı durumda tutulmalarının mücbir sebebi değildir.

Sosyolojinin işaret ettiği en temel bir hakikate itibar ettiğimizde, Batı'nın geliştirdiği formüllerin ve paketlerin kendine özgü yaşadığı tarihinin -ki bu kanlı din ve mezhep savaşlarıyla yazılmış acılı bir tarihtir- bir ürünü olduğunu teslim etmemiz lazım. Kilise-din ilişkisi, din ve vicdan özgürlüğü gibi prensiplerin bugünkü hukuki çerçeveye oturabilmesi için din ve mezhep savaşlarında Kıta Avrupa'sı nüfusunun üçte biri zayi olmuştur.

Batı'nın önümüze koyduğu paketlerin neredeyse hiçbiri bizim içinden bir türlü çıkamadığımız sorunları çözmemize yetmiyor. Hatta daha da ağırlaştırıyor. Fakat sanki aklımız başımızdan gitmiş, zihnimizin asli melekeleri uçup gitmiş gibi Batı'da yazılıp çizilenlerden başka bir şey de düşünemiyoruz. O kadar rahat, ucuz ve kolay ithal ve iktibas yapan bir zihne sahibiz ki, bizim ayrıca bir şey üzerinde uzun uzadıya tefekkür etmeye, farklı ve alternatif akıllar, tecrübeler üzerinde araştırma yapmaya ihtiyacımız yok. Batı düşünüyor, biz tüketiyoruz.

Fakat gözden kaçırdığımız önemli bir gerçek var: Esasında Batı da kendi standartlarına pek itibar etmiyor, neredeyse deneme-sınama yoluyla geliştirdiği bir çözümü, iş farklı din ve kültürel grupların kendisiyle eşitlenmesi sinyalini vermesine gelince hemen kendi önerisinden vazgeçiyor. Avrupa'da artık pek sözü edilmeyen, akademik dünyadan medyaya ve siyasetçilerden aydınlara kadar gündemden düşmüş bulunan "çokkültürlülük" bunun örneğidir.

Elbette sosyal bilimlerin işaret ettiği gerçeklikleri dikkate almak gerekir. Ama sonuçta evrensel hakikatler, herkesi içine alan cihanşümul doğrular da vardır. Sosyoloji sonuç itibarıyla tarihsel ve toplumsal durumların etkileyici karakteri hakkında bize fikir verir, ama bunun yanında insanın bireysel ve toplumsal iradi tercihlerinin asıl tayin edici rol oynadığını biliriz. Bu açıdan ufkumuzu geniş tutmayacak, Batı yanında başka beşeri tecrübeler üzerinde de tetkiklerde bulunmayacak olursak, Batı'dan alıp taktığımız at gözlüğüyle idare etmekten başka seçeneğimiz kalmaz ki, bu da bizim gerçeklik hakkında tek boyutlu, eksik bilgi ve kanaat sahibi olmamıza yol açar. Maalesef aydınlarımızın ve akademisyenlerimizin ezici çoğunluğu böylesine bir nevroz hali yaşıyorlar.

Şunun altını çizmek gerekir: Kendi dini hayatını bütünüyle, ciddiye alarak ve "toplumsal-kamusal" görünürlük haklarını kullanarak yaşamak azminde ve talebinde olan bir Sünni, Alevi veya gayrimüslimler , liberal özgürlükler ve haklar konsepti içinde kalarak bu haklı, tabii ve masum isteklerini gerçekleştiremez. Dün nasıl, Tanzimat'la beraber Batı'dan ithal edilen "azınlık (ekalliyet)" statüsü yüzyıllarca iyi-kötü bir arada yaşamış bulunan farklı din grupları arasında yeni sorunların ortaya çıkmasına sebebiyet verdiyse, bugün de liberal bakış açısından "hakların bireysel özgürlüklere ve kişisel tercihlere" indirgenmesi ve "herkes için öngörülen eşit yurttaşlık" fikri de var olan sorunların çözümüne herhangi bir katkı sağlamayacak, yeni gerilim ve çatışma potansiyellerinin zuhuruna sebebiyet verecektir. Üstelik bu seferkine "dini cemaat ve gruplar"a "etnik ve marjinal gruplar"ın sorunları ve özgürlük talepleri de eklenmiş bulunmaktadır.

ZAMAN