‘’Ey Müminler! Eğer Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız (takvalı olursanız); O, size furkanı (iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış) verir ve sizin kötülüklerinizi örter, size mağfiret eder. Allah, büyük lütuf sahibidir.’’ (Enfal 29)
Takvâlı olmak; rabbimiz tarafından insana yüklenen ‘halifelik’ vasfını kavramak, ahde (rabbani ahid) vefa göstermek, kulluk sorumluluğunu üstlenmektir. Tüm fikir, tasavvur ve ameli bu çerçevede gerçekleştirmektir. Allah’ın rızâsına uygun davranmak, münkerden uzak durmak ve tüm işlerde sadece Rabbimizi birlemek ve yüceltmektir. Kur’an-ı Kerîm, takvâ ahlâkına bağlı olarak yaşamak isteyenlere yol göstermek için gönderilmiştir.
Takvânın üç güzel özelliği bulunuyor: Kişiye iyi ile kötüyü birbirinden ayıran temyiz özelliği kazandırıyor. Müminin sezgi gücünü artırıyor, onu olayları değerlendirebilen ve doğru kararlar verdiren bakışaçısı/furkan sahibi yapıyor. Takva ile bilgi, ibadet ve ahlak bir bütün haline gelir. Takva sayesinde iman ve basiret güçlenir, hikmetli ameller çoğalır: “Allah’a karşı takvalı olun, O size bilmediklerinizi öğretir” (Bakara 282)
Takva bir yol hazırlığıdır: Çabanın, gayretin yetersiz kaldığı zamanlarda rabbimizin engin lütfunu; fıtratın güzelliklerini ve vahyin engin nurunu idrak etme azığıdır. Allah korkusu kalpte yolun kıvrımlarını ortaya çıkaran bir yöneliş ve kararlılıktır. Menzili görünmez kılan insanın ihtiraslarını denetleyen bir bakış açısıdır. Basiret, feraset ve hikmet sütunları üzerine kurulu bir takva insanı, kalpler dünya hayatının süslerine meylettiren, akılları bulandıran, bakışların yönünü ifsadın çekiciliğine yaklaştıran bozgunlardan uzaklaştıran bir nimettir.
Takvalı kişinin ihtiyacı iman ve ihlastır; hakkı idrak eden basiretidir, işlerini hayır üzere yürüttüğü ferasetidir. İhtiyacı olmayan şeyler basit ifsat unsurlarıdır; yüksek makam hırsı, şımarıklık, özel muamele görme beklentisi gibi düşkünlüklerdir. İnsanı hak ve hayırlı bir kişilik üzere zapt edebilecek tek güç takvadır.
Ferasetli olmak: “Sen onları simalarından tanırsın” (Bakara 273) ve “Andolsun ki sen onları -münafıkları- konuşma tarzlarından tanırsın” (Muhammed 30) mealindeki âyetlerde ferasetin kastedildiği söylenir. (El Müfredat) ‘’Hissetme, sezme, ileri görüşlülük” gibi manalara gelen feraset (Firaset) kelimesi dar anlamda, bir kimsenin konuşması ve tavırlarına bakarak onun ahlâk ve karakteri hakkında tahminde bulunmak anlamına da gelebilir. Akıl ve duyu organlarıyla bilinemeyen, ancak tecrübeyle öğrenilen hissetme/ayırt etme/sezme gücüyle ulaşılan bilme alanlarını kapsar. Kuranı anlamaya çalışmak ve Rasulullah (sav)’ın sünnetini bir hayat tarzı olarak benimsemek ve ona göre yaşamak insanı ferasetli yapar.
Furkan (temyiz kabiliyeti) sahibi olmak: Sözlükte “iki şeyin arasını ayırmak” manasında fark kökünden gelir. “Hakla bâtılı, imanla küfrü, helâl ile haramı ayırıp belirlemek” anlamındadır (el-Müfredat). Furkanı kaybeden basiretsizleşir, kaba bir insan haline gelir. Basiretsizlik kişiyi muhteris ve haset ehli yapar. Bir dönem beraber olduğu Müslüman kardeşinin başarısını, birikimini, onun işlerindeki bereketi kıskanır hale getirir. Rasulullah (sav) Müslümanlara haset etmeyi yasaklamıştır; ”Haset etmekten sakının. Zira ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi haset de iyilikleri yer bitirir”(Müslim). Basiretsizlik kişiye hikmetli okumayı kaybettirir, onu kıskanç ve mutsuz yapar. Bir konuyu veya bir beşeri ilişkiden doğan bir davranışı idrak edemediği için ve elinde bir delil de olmaksızın zanla hareket edenler gereksiz yere meseleleri abartır ve kalplerindeki nefreti çoğaltırlar. “Birbirinize kin tutmayınız, hased etmeyiniz, sırt dönmeyiniz ve ilginizi kesmeyiniz. Ey Allah’ın kulları, kardeş olunuz.(Buhari)
Ömer (ra), bir gün Übeyy b. Kâ’b’a takvânın ne olduğunu sordu. Übeyy (ra): “Hiç dikenli bir yolda yürüdün mü?” diye sordu. Ömer (ra):“yürüdüm” karşılığını verdi. ‘Peki, ne yaptın?’ dedi. Ömer (ra):“Elbisemi topladım ve dikenlerin bana zarar vermemesi için bütün gücümü sarf ettim” cevabını verdi. Bunun üzerine Übeyy (ra) şöyle dedi. İşte takvâ budur’’(İbn Kesîr, Tefsîr, I, 42). Takva, her türlü şirke, münkere, ifsada karşı elbiseyi toplayarak yürümektir. Bu hal kişileri basiretli ve takvalı kılar. Hayırlı, hikmetli bir toplum takva ve basiretli çabalarla inşa olabilir. Rabbimiz nezdinde en değerli olmak ancak takva ile mümkün olur: “Sizin Allah katında en değerli olanınız en takvalı olanınızdır” (Hucurat, 13) Hayatın ve ölümün İslam üzere tek güvencesi takva sahibi olmaktır: “Ey iman edenler! Allah’a gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa öylece sakının ve siz ancak Müslümanlar olarak ölün” (Ali İmran, 102).
Basiretli olmak; ‘Basiret; idrak kabiliyeti, zekâ, ilim, tecrübe, kalp ile görme, doğru ve ölçülü bakış, uzağı görme, kavrayış, feraset anlamlarındadır’ (el-Müfredat). Buna göre basiret; bir şeyin içini dışını, önünü-ardını ve hakikatini kestirebilmektir. Basîret ilâhî bir nur ve hakkın batıldan ayırt edilmesine yarayan bir bilgidir. Basiret ile kalp arasında sıkı bir ilişki vardır. Günahlardan kaçınan kişinin kalbinde basiret/firâset meydana gelir: ’’Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı örteriz ve sizi 'onurlu-üstün' bir makama sokarız’’(Nisa 31). Günahlara batanın gittikçe kalbi kararır, geriye dönüş zorlaşır: “Hayır hayır! Doğrusu onların kazanmakta oldukları kalplerini paslandırmıştır’’(Mutaffifin 14)
Kuranı Mübin’in basiret/feraset ölçüleri; "Onların kalpleri vardır ama onunla gerçekleri anlayamazlar" (Araf 179). ‘‘Bu (Kuran), mümin bir toplum için Rabbinizden gelen basiretlerdir (kalp gözlerini açan beyanlardır), hidayet rehberidir, rahmettir’’(Araf 203). "De ki, benim yolum budur. Ben ve bana uyanlar basiretle insanları Allah'a çağırırız." (Yusuf 108). "Özürlerini sayıp dökse de insanoğlu kendi kendine şahiddir" (Kıyamet 14). "Ey basiret sahipleri ibret alınız. " (Haşr 2) ayeti, insanın ilerisi için daha tedbirli davranıp Allah'ın emirlerine ters düşmekten sakınmasını sağlamak maksadıyla yapılan bir hatırlatmadır.
Rasulullah (sav)’ın basiret/feraset ölçüleri; ‘’Hicretten sonra Müslümanlar Medine’de içme suyu sıkıntısı çekmeye başladı. Şehrin içme suyu kaynaklarının başında gelen Rûme Kuyusu’nun sahibi olan ve bazı rivayetlerde Yahudi olduğu bildirilen kişi kuyunun suyunu satıyordu. Rasulullah ona ücret almaktan vazgeçmesini teklif edince geçim için başka bir gelirinin bulunmadığını belirterek bunu kabul etmedi. Bunun üzerine Allah Rasulü (sav) kuyuyu satın alıp Müslümanların istifadesine sunacak şahsa bu hizmetine karşılık cennetin verileceğini, bütün günahlarının bağışlanacağını, kendisine cennette bu kuyudan daha güzel bir su kaynağının verileceğini bildirdi. Osman (ra), kuyuyu satın almak istedi. Sahibi tamamını satmaya yanaşmayınca yarı hissesini alarak kuyuyu nöbetleşe kullanmak üzere onunla anlaştı. Kendi nöbetinde suyu sebil yaptı, herkes onun gününde iki kat suyunu tedarik ediyordu. Kuyunun diğer sahibi zarar edince hissesini satmaya karar verdi. Osman (ra) kuyuyu aldı ve Müslümanların ücretsiz kullanımına sundu. Bunun üzerine Rasulullah’ın şöyle dediği rivayet edildi; "Mümin'in ferasetinden korkun, zira o Allah'ın nuru (O’nun lutfedeceği ileriyi gören bakış) ile bakar" ve ardından sonra şu ayeti okudu; “Elbette bunda feraset sahipleri için ibretler vardır (Hicr 75)’’ (Tirmizî ’Menakıb’, Buhârî ‘Müsâḳāt’). Diğer bir rivayette Rasulullah (sav) şöyle buyurduğu zikrolunur: "Allah bir kulu hakkında iyilik murad ederse, ona, kendi kusurlarını görme kabiliyeti-basiret verir" (Müslim).“Mümin bir delikten iki defa ısırılmayacaktır” (Buhari, ‘Edeb’, Müslim).
Feraset, çağını okuyabilmektir. İçinde bulunduğumuz zaman, müminlerin önüne bazı zorluklar veya kolaylıklar koyuyor, bunu görebilmek ve tüm İslam dünyası için en hayırlı olanı seçmeye çalışmak ferasetli olmaktır. Feraset, Allah’ın kendisini her an gördüğünü idrak etmek ve bu gerçeği bakışaçısının temeline yerleştirmektir.
Feraset ve basiretli olmak, meselelere hem “derinlikli” hem de “kuşatıcı” bir bakışla bakabilmektir
Furkan, basiret ve ferasete muhtaçtır. Sadece bilgi veya tecrübe ile kazanılacak anlama yeteneği değildir. Bunlardan her hangi birisiyle erişilen bilgi gayb bilgisi de değildir. Bu kavramlarla kastedilen anlam zenginliğine/hikmetli kavrayışa ulaşmak için birbiriyle bağlantılı aşamaların ve okumaların içinde bulunmak gerekir: Kuran ve Sireti Rasul okumaları bunun alt yapısını teşkil etmelidir. Müttaki bir kalp ve akıl yeteneği ile desteklenmelidir. Müminlerin ortak görüşü/şura ile basiretli bakış sağlanmalı ve furkanın iklimini inşa olmalıdır. Asrısaadetten bunun en güzel örneği Hudeybiye antlaşmasıdır. Bu antlaşma, Rasulullah (sav)’ın müşriklerle gerçekleştirdiği, geleceğe dair tam bir basiretli okuma örneğidir. Bu antlaşma ile Kureyş Hayber’den soyutlamış, Mekke’nin fethini hazırlayan ortam uzaktan görünür olmuş, müşriklerin Müslümanları tanıması zorunlu hale gelmiş, fiili düşmanlıklar sona ermiş, Mekkelileri gözleme imkânı doğmuş, ilerledikçe Medine devletinin tahkim edici bir adımı olmuş, Müslümanların ünü civara yayılmış ve İslam’ın ahlak ve diplomasi ilkeleri ve tutarlılığı bilinir olmuştur. (Hudeybiye, İslm. Anlsklob.)
Nebi (sav)’in feraset uyarısı; ‘’Cabir (ra) şöyle anlatır: Bir sefere çıkmıştık, arkadaşlarımızdan birine taş isabet etti ve başı yarıldı. Adamcağız, bilâhare ihtilâm oldu. Yanındakilere: “Benim için teyemmüm etmeye ruhsat var mı?” diye sordu. ‘’Sen suyu kullanmaya muktedirsin, sana ruhsat olduğunu zannetmiyoruz.” dediler. Adam yaralı hâliyle yıkandı ve bu sebeple vefat etti. Allah Rasülü’nün yanına gelince, bu hâdiseyi haber verdiler. Allah Rasulü sav gayet öfkelendi ve şunları söyledi: “Bilgisizliğin şifası sormaktır. Ona; teyemmüm edip yarasının üzerine bir bez sarması, sonra sargının üzerini meshetmesi, bedeninin geri kalan kısmını da yıkaması yeterliydi.” (Ebû Dâvûd, İbn-i Mâce)
Ali (ra)’dan takva ve basiretli davranışa örnekler: Amr bin Hind, Ali (ra)’ dan şöyle nakleder: “İman kalpte beyaz bir ışıktır. İman arttıkça kalbin beyazlığı artar. İman kemâle erince kalp bembeyaz olur. Nifak ise kalpte siyah bir ışıktır. Nifak arttıkça kalbin siyahlığı artar. Nifak kemâle erince kalp simsiyah kesilir.” Ali (ra)’ a: “İnsanların düştüğü ayıplardan en sâlim kalabilen kimdir?” diye sorulmuştu. “Aklını emir, günahlardan sakınmayı ve öğüdü dizgin, sabrı kumandan, takvayı azık, Allah korkusunu yoldaş, ölümü hatırlamayı arkadaş edinen kişi” cevabını verdi. ‘’Ali (ra) bir gün paraların saklandığı hazinenin önünde durdu ve: “Ey sarı ve beyaz dünyalıklar, gidin benden başkasını kandırın!” dedi. Ali (ra) bir gün arkadaşı Ömer’e (ra) şöyle dedi: “Eğer dostuna kavuşmak istiyorsan gömleğini yama, ayakkabını tamir et, emelini kısa tut ve doymayacak kadar ye!” Ömer (ra): ““En isabetli (basiret ve takva üzere) hüküm verenimiz Ali idi” demiştir (Buhârî, “Tefsîr”, 2/7). Hasan (ra) şehid edilen babasının cenazesinin ardından Kûfe minberinden şöyle seslendi: “Dün aranızdan bir adam ayrıldı. O ilimde ve amelde hem müttaki hem fakih bir adamdı. Rasulullah (sav) onu seferlerde komutan seçer ve ona sancağı teslim ederdi. O gittiği yeri fethetmeden gelmezdi. Kendisine tahsis edilen itasından (yedi yüz dirhem idi) başka ne altın ne de gümüş bıraktı. O parayı da ailesine bir hizmetçi temini için hazırlıyordu” (Ahmed, I, 199). Sahabe içinde Kur’ân, hadis ve meseleleri fıkhetme konusunda Ali (ra)’ın yeri farklıydı. Sahabe bir müşkülle karşılaştıklarında Ali’ye (ra) sorarlardı. Rasulullah(sav)’ den rivayet ettiği hadislerin çoğu fıkha dairdir ve 586 adettir. O ahkâmın fikirsel açılımlarından ziyade amelî keyfiyetine bakardı: “İnsanlara anladıkları hadisleri söyleyiniz! Allah ve Rasülü’nün tekzip edilmesini ister misiniz?” derdi. (Buhârî, İlim, 49)
Kâinatı boş ve kavrayışsız bir nazarla değil, hikmet ve dirayetle müşahede etmek gerekir: “Elbette bunda, basîret sâhipleri için büyük bir ibret vardır” (Âli İmrân 13). “Kuvvetli ve basiretli kullarımız İbrahim, İshak ve Yâkûb’u da an. Biz onları özellikle ahiret yurdunu düşünen ihlaslı kimseler kıldık. Doğrusu onlar Bizim katımızda seçkin ve en hayırlı kimselerdendir” (Sâd 45,47)
Allah’ın Rasûlü (sav) in en önemli yönü; fıtrat ve maruf işleyiş (Rasullerin vahiy geleneği izleri) üzere olayları değerlendirmesi ve varlık âlemine feraset ve basiret üzere bakmasıydı. Onu Hira Mağarasına çıkartan da bu arayış ve okuyuşlardı. Kendini ve toplumu sorguluyor, hayatın amacı ve insanlığın geleceği üzere arayışlara yöneliyordu. Bu hal onun cahiliye döneminde kişilik özelliklerine yansıyan önemli bir saikti. Rasulullah (sav), Hacerul Esvedin yerleştirilmesi meselesinde basiret ve hikmetli kararıyla cahiliyenin önde gelenlerini etkilemişti. ‘’Kureyş’in yaşlılarından Ebû Ümeyye yüksek sesle: “Ey kavmim! Biz ancak hayır istiyoruz, kötülük istemiyoruz. Madem şu meseleyi aramızda halledemedik, Harem kapısından ilk gelecek zatı aramızda hakem tayin edelim. Hükmüne razı olalım!” diyerek eliyle Mescid-i Haram’ın Benî Şeybe kapısını gösterdi. Bir süre sonra Kureyşliler kapıdan giren Abdullah’ın oğlu Muhammed (sav)’i görür görmez: “İşte el-Emin! O’nun aramızda hakem olmasına hepimiz razıyız!” dediler. O, her kabîleden bir kişi seçti ve ridâsını çıkararak yere serdi. Hacer-i Esved’i ridâsının üzerine koydu, seçtiği kişilerin her birine bir ucundan tutturdu. Rasulullah (sav) mübarek taşı kendi elleriyle yerine yerleştirdi. Böylece O, fetânet ve ferasetini göstererek kabileler arasında çıkabilecek muhtemel bir savaşa mâni oldu’’ (İbn-i Hişam, Sîre, Tabakât, Taberî).
Yusuf (as)’ın suçsuz olduğu kabul edilmiş ve zindandan çıkması için kendisine elçi gönderilmişti. Yusuf (as), melik ve halk gerçeği öğrenmeden ve haksız yere tutulduğu herkesçe kabul edilmeden zindandan çıkmak istememiştir. Bu çok hikmetli ve basiretli bir davranıştır (bknz. Yusuf 50-55). Şuayb (as)’ın kızı Mûsâ (as)’ ın yüce ahlâkını tespit etti ve: ‘Babacığım, koyunlarımızı otlatmak için O’nu ücretle tut! O, ücretle tuttuğun kimselerin en hayırlısıdır, kuvvetli ve emindir!’ demişti. Şuayb (as)’ ın kızı, Mûsâ (as) ın eminliğini kendi feraseti ile tespit etmişti. Bunu nasıl anladığı sorulduğunda: ‘Çünkü O, bizim yüzümüze dahi bakmadı. Yolda da önümüzden yürüyordu. Anlaşılıyor ki, çok emin bir kimsedir!’ cevabını vermişti. Ardından Şuayb (as)’ ın onu damat olarak görmek istemesi Musa (as)’ da gördüğü eminlik, cesaret, ahlak ve sadakatin kendisinde basirete dönüşmesi neticesinde gerçekleşmişti (bknz. Kasas 21-28).
Hikmetli olmak: ‘’Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, ona gerçekten pek çok iyilik ve güzellik verilmiştir. Fakat bu hakikatleri ancak gerçek akıl sahipleri anlar, üzerinde düşünüp ibret alır’’(Bakara 269). Hikmet “söz ve fiilde isabet”tir. “Hikmet, vahyin işaretlerini, hükümleri, ayetlerdeki örnekleri kavramak ve Rasulün beyanıyla idrak edilebilecek olan ilâhî hükümleri bilmek, bunların delâlet ettiği hükümleri kavramaktır’’ (Câmiʿu’l-beyân). “Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et, onlarla güzel mücadele et (konuş, tartış, anlat göster ama en yumuşak şekilde yap)” (Nahl 125). Ayetle, İslami davette ve Müslümanca ilişkilerde davranış üslubunun, kişisel tavırların, konuşurken kurulan cümlelerin, sözlerde yumuşaklığın az-öz ve ikna edici yormayan bir anlatımın hikmetli olduğu ve güzel bir anlatım çabası olacağına dikkat çekilmektedir.
Kitabımız Kuran’da salih, mümin kimseler övülürken ‘’İstişare ederek iş yaparlar’’ ‘’Onlara danış, onları gözet ve yumuşak davran’’ buyuruluyor. (Şura 38, Ali İmran 159) buyuruluyor. Yine bir haber veya olayla ilgili bilenlere sormak ve ortak akıldan yararlanmak hikmet ve basiret yolu olarak anlatılmaktadır: ’’Kendilerine güven veya korku haberi geldiğinde, onu yaygınlaştırıverirler. Oysa bunu rasule ve kendilerinden olan emir sahiplerine götürmüş olsalardı, onlardan 'sonuç çıkarabilenler,' onu bilirlerdi’’(Nisa 83) Rasulullah (sav) bu konuda şöyle demiştir: ‘’İstişare, pişmanlığa karşı kaledir. İnsanı pişman eden, kendi görüşündeki ısrardır’’ (Maverdi).
Kuran’da geçen ‘takva ve basiret’ ölçüleri ile hayatımıza dair şu okumaları yapabiliriz:
Takvanın alt yapısında din ile dünya ilişkisini basiret ve hikmet üzere kavrayış yatar. Ahlak ile hükümlerin bağını kuramayanın düşünce yapısı ve meseleler hakkındaki tespitleri zayıf, hatta yanlış olacaktır. Kuran’da zikrolunan ulül elbab, rasihun, tedebbür ve tezekkür ehlinin önde gelen özellikleri bilgi, hikmet ve feraset bütünlüğünü kavramalarıdır.
İlk gelen ayetlerden itibaren müminlerin bakışaçıları İslami ilkelere uygun inşa edilmeye çalışılıyor. Müslümanlardan değer temelli bir hayatı bina etmesi isteniyor. Ayetlerle inanç ibadet ve ahlak temelinde basiretli bir kişilik tanımlanmaktadır. Kuran ve Sünnetteki değerleri kavramış hayatı bu ölçülerle değerlendiren Müslüman nesillerin yetişmesi için gayret etmek her Müslümanın öncelikli görevlerindendir.
Siyasetten aktüaliteye, eğitimden ahlaka yaşananlarla ilgili takva temelinde basiret üzere kararlar vermeye her zaman muhtacız. Bu alanlarda, ümmet karşıtlarının örgütlü olarak İslam kardeşliğine ve İslami güzel çabalara karşı nasıl bir dil kullandıklarına ve yanlış haberlerle kamuoyunu etkilediklerine tanık olmaktayız. Son yüzyılın cahiliye kalıntılarından biri olan milliyetçilik ne yazık ki bazı Müslümanların da düşüncelerini bulandırabiliyor. Müslüman sosyolojide, sağlam alt yapıya sahip olmayanların içine düştüğü bu asabiye hali, kardeşlik ve güven konularını olumsuz etkilemektedir. Dünyevi kaygı ve siyasi beklentilerin bu kişileri nasıl hikmetsiz, basiretsiz kişiler haline dönüştürdüğüne şahid oluyoruz. Zaman ilerledikçe bu körlük basiret ve hikmetten yoksun bu kişiyi, İslam’dan buğz eden batıcı, ırkçı, seküler ve mülteci düşmanı kişilerle aynı fotoğrafta buluşturabiliyor.
Genç nesillerin Kuran’ı kavramak ve Sireti Rasul örnekliğini benimsemek konularında takva ve basiret üzere şahsiyetini oluşturmuş hikmetli kişilere ihtiyacı vardır. Bu durum gençlerin zihin kodlarını İslam’la bilinçlendirecek ve onların batılı, seküler yaşamlardan etkilenmelerinin önüne geçecektir.
Takva ve basiret ancak tevazu sahibi bir kişilikte hayat bulurlar. Dünyalık metalar; zenginlik, makam ve yönetme hırsı gibi elitist tutumlar bu gün Müslümanları basiretsizleştiren ve faydacı kişiler haline getiren imtihanlar olarak karşımıza çıkıyor. Bu tarz tercihler Müslümanları takvadan, ihlastan ve İslami kaygılardan uzaklaştırıyor. Onları kaba, nezaketsiz, ayrımcı insanlar haline sokuyor.
Allah Rasulü sahabenin eğitimine çok özen gösterdi. Küçük, büyük hiçbir tavize izin vermedi. Hükümlerin uygulanmasında ve ahlaki konularda kaygısız bir yaşam ortaya koymadı. Tam tersine Allah’ın Rasullerinin ortak noktası olan şirke-zulme-tuğyana karşı çıkmak konularında sahabesini Kuran’la eğitti ve hiçbir konuda ihmalkârlığa izin vermedi.
Mümin kardeşimizin maddi ya da manevi müşkülleri ‘derdimiz’ olmalıdır. Hedefsiz, hikmetsiz bir ilişkiyi yaşatmak adına kardeşlerimize sırt dönmek kişiyi rabbinden uzaklaştırır. Basiretten ve hikmetten yoksun bu tavırlar kişiyi sadece hüsrana sevk edecektir.
Müminler aralarında istişareye önem vermek rabbani bir ilkedir. Hikmetli ve basiretli kararlar vermek konusunda bu ilkeyi işletmek, Müslümanlara bağlayıcı bir hitap ile emrolunmuştur: ‘’Allah’ın rahmeti gereği onlara yumuşak davrandın, şayet onlara sert katı kaba davransaydın dağılır giderlerdi; bir iş yapacağın vakit onlara danış!’’ (Ali İmran 159). Bu şekilde davranmak Müslümanlar için daha hayırlı olacak, aramızda ülfeti büyütecek, İslam’ın yeryüzüne nur, rahmet ve nimet yönünü yerleştirecektir. İnsanlığa, nesillere ve uzak coğrafyalara İslam’ın evrensel, fıtri güzelliklerini yayacaktır.
“Allah’ım! Senden doğru söyleyen bir dil, sana teslim olan bir kalp istiyorum. Her zararlı şeyin şerrinden sana sığınıyor, her hayırlı şeyi istiyorum. Her günah için beni bağışlamanı diliyorum." (Buhari)