secakirgil@yahoo.com
Gelinen noktayı anlatmak için, hattâ komedi kelimesinin bile yetmediği, korkutmaların, hava atmaların veya uzaktan kumandalı ilginç tavırların sergilendiği ’vodvil’i hatırlatan bir durumla karşı karşıyayız..
Ahmet Türk’ün, DTP içinde, herşeye rağmen yine de en mâkul ve akl-ı selîm sahibi bir tip olarak temayüz ettiğine dair hüsn-ü zannımın geçersizliği de belgelendi, böylece..
Kendilerini kürd halkının bir kısmının değil de, tamamının ve üstelik yegane temsilcisi gibi görmek-göstermekte ısrar eden PKK ve uzantıları olan örgütler / partiler arasında yer alan ex-DTP ve onun bünyesinden Meclis’te m. vekili olarak bulunanlar, Anayasa Mahkemesi’nin, tartışmalı olsa bile, tartışılmasından hiçbir netice çıkmayacak olan kesin kararı dolayısıyla, ’Demek ki, bu Meclis bizi hazmedemiyor, biz de sine-i millet’e dönüyoruz.. Siyaset sadece Meclis’te yapılmaz, siyasetin sadece bir aracından çekiliyoruz..’ gibi çok net bir mesaj vermişlerdi..
Sözü söylemek kolaydır da, sözünün gereğini yerine getirmeye gelince..
Büyük laf etmek, büyük lokma yutmaya benzemez diye boşa dememişler..
’Sine-i millete dönüş’ lafları hep bir gösteriden mi ibaret olacak?
Bu ’sine-i millet’ lafı, bizim siyasî literatürümüzde, M. Kemal’le daha bir sembolleşmişti..
I. Dünya Savaşı’nda ağır bir yenilgiye uğrayıp payitaht İstanbul’un bile işgal edildiği Mondros Mütarekesi (ateş-kes anlaşması) şartlarında -ki, bu şartlara göre, bütün ordular terhis olunmuştu, ama, K. Karabekir Paşa komutasındaki Şarq (Doğu) orduları varlığını hâlâ da koruyabilmekteydi..-; evet, o şartlarda, Mayıs-1919’da, Sultan Vahdeddin tarafından, 9. Ordu bölgesindeki karışıklıkları bastırmak için, tam yetkili Ordu Müfettişi olarak sıfatıyla ve de ’Paşa, istersen vatanı kurtarabilirsin..’ umuduyla Anadolu’ya gönderilen M. Kemal Paşa’nın Sultan’dan habersiz olarak, Dâmad Ferid Paşa Hükûmeti tarafından geri çağrılması üzerine.. M. Kemal Paşa, ’silk-i askeriyye’den, (askerlik mesleğinden) ayrılıp, ’sine-i millet’e dönmek’ten söz etmişti.
Ama, ona, Karabekir Paşa tarafından yine de komutan olarak kabul edildiği bildirilmişti.. (Yani, anlaşılıyordu ki, bu geri çağırma emri de, işgal güçlerinin baskısı üzerine, bir danışıklı döğüş olarak tezgahlanmıştı.. Çünkü, Hükûmet, bir generalini geri çağırdığı zaman, onun, bir Ordu Komutanı tarafından makam, sıfatı ve rütbesinde tutulmasının imkansızlığı ortada olduğuna göre, bunun bir muvazaalı hareket, bir danışıklı döğüş olduğu ortaya çıkar..)
Buna rağmen, bu durum nesillere bu şekilde anlatılmaz, ve 1919’da ’silk-i askeriyye’den (askerlik mesleğinden) ayrıldığı ileri sürülen bir kişinin, üniformalarından hiç soyunmadığı ve de 1922’de nasıl olup da müşirlik / mareşallik rütbesiyle taltif edildiği açıklanmaz..
Gerçek şudur ki, o ’sine-i millete dönüş’ sözü bir parlak laf olarak kalmıştı..
Evet, ’sine-i millet’ lafının altında 90 yıl öncelerde, bugünkü rejimin kuruluş yılları eşiğindeki gelişmeler içinde de de bir taktik manevra vardı..
Bugün de öyle değil mi?.
Geçen hafta ’sine-i millet’e dönüş’ kararı aldıklarını açıklayan Ahmet Türk, şimdi bundan vazgeçtiklerini söylüyor; ama, anlaşılıyor ki, onlar ’sine-i Öcalan’a dönmüşlermiş ve o da, sinesine sığınanlara, yollarını göstermiş, ’Doğru Meclis’e.. Orada çalışmalarınıza devam..’ fermanı vermiş..
Her ne kadar, bu dönüşün, iç siyasetteki gerilimin düşürülmesi açısından, daha faydalı olabileceği bekleniyor ve iyi bir gelişme olarak görülüyorsa da; o Ahmet Türk ki, o taifenin içindeki en aklı başında birisi olarak gözüküyordu, o bile, bu kadar bir kukla haline getirilmeyi kabulleniyor; artık onun söz ve davranışlarında bir tutarlılık ve şahsiyetlilik beklenebilir mi?
Ve, onun ’sine-i millet’ nutku, Org. Başbuğ’un, ’keşti’y-i millet’ten (millete aid bir savaş gemisinden) çektiği nutuktan daha ileri bir mâna taşımaz..
*
’Sine-i keşti’den ve ’keşti’y-i millet’ten kükreyene bak!.
Gen. Kur. Başk. Org. Başbuğ, iki aya yakın bir zamandır susuyordu..
Bu suskunluğu, onun utandığı mânâsında yorumlayanlar da olmuştu..
Çünkü, ısrarla ’kağıt parçası’ dediği ve geçersiz göstermeye çalıştığı ve darbe çalışmalarını yansıtan belgenin gerçekliği ortaya çıkmıştı..
Ve, bir boru parçası diye sulandırmaya çalıştığı nesnenin gerisinde, gerçek LAV silahlarının ve diğer yığınla silahların depolandığı yerler, özellikle Poyrazköy’de, mahkeme kararıyla açılıp, ortaya çıkarılmış, bir çok deniz subay tutuklanmıştı..
Onlardan sonra, biraz olsun, temkinli hareket etmek gerektiği konusunda uyanmış olabileceği düşünülebilirdi..
Çünkü, Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekliye ayrılmasına şunun şurasında 8 ay kaldı.. Bir subay için ulaşılması en büyük ideal sayılan o makam ve rütbedeyken, başına bir kazâ gelmeden, ayrılmak dikkatinde olması tabiîdir..
Çünkü, geçmişteki nice Genelkurmay Başkanlarının, bir Cemal Tural’ın, bir Faruk Gürler’in, bir N. Torumtay’ın başına gelen acı sürprizlerin, ordunun fiilî başkomutanı iken, bir anda ne hale geldiklerini, rütbeye tapanlar karşısında nasıl bir duruma düştüklerini görüp, aynı durumun kendi başına gelmesini Org. Başbuğ da istemez herhalde..
Onun için, bir süredir susmayı etmesiyle, hattâ, ordu içindeki bu darbe odaklarının üzerine gitmek için Hükûmet’le işbirliği yapmaya karar vermiş gibi bir hava oluşmasına vesile olmuştu..
Ama, 16 Aralık 09 günü, sürpriz bir şekilde Trabzon’a gidip, orada, bir zırhlı savaş gemisinden yaptığı konuşma, bütün bu sanıların üzerine bir çizgi çektirdi..
Çünkü, Org. Başbuğ, aylardır TSK etrafında ayyuka çıkan iddiaların hiçbirisine değinmeyip, biryerlere ’gözdağı’ vermek ister gibi bir havada konuşuyordu..
Son olarak ortaya çıkarılan ’Kafes Operasyonu Eylem Planı’ hakkında da tek kelime etmeyen ve de geçmişte, Dağlıca ve Aktütün (Bezele) karakollarında onlarca askerin öldürülmesiyle sonuçlanan baskınların hesabını vermediği gibi, Reşadiye Baskını konusunda da sessiz kalan Başbuğ, sadece ordunun asimetrik bir psikolojik savaşa stratejisiyle yıpratılmaya çalışıldığını beyan ederek kükrüyordu..
’Buradan, bu savaş gemisinden konuşuyorsam, bunun ne mânâya geldiği anlaşılmalıdır..’ demeyi de ihmal etmiyerek..
Bilmiyorum, birilerinin yüreği ağzına gelmiş midir, korkudan..
Gerçekte Org. Başbuğ’un bir hava basmak, hava vermek ve de hava atmak ihtiyacı duyduğu görülüyordu..
Bunun için de, Trabzonlulara, Karadenizlilere hava basıyor, hava veriyordu..
’Trabzonlumuz merttir. Ülkesi için gerektiği zaman hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan bir bölgede bulunuyoruz.. Karadeniz Bölgesi insanı, gerçekten zor şartlarda inatla kararla görev yapmaya, çalışmaya hazır bir topluluktur. Dolayısıyla ulusal konulara olan bu bölge insanımızın hassasiyeti ortadadır.. Bu nedenlerle elbette bugün burada bulunmak, bizler için ayrı bir mutluluk ve gurur kaynağıdır. Trabzon halkı ile TSK arasındaki sevgi, saygı zaten kelimelerle ifade edilemez boyutta ama bu yapılanma ile daha fazla güçleneceğine inanıyorum..’ diyordu, Başbuğ..
Bu gibi sözleri ülkenin hangi köşesine gitse, oradalarda da öyle konuşması gerektiğini sanki Trabzonlular anlamıyacaklarmış gibi..
Ama, Başbuğ, yeteri kadar inandırıcı olmak için, başka argümanları da devreye sokmak gereği duyuyordu, anlaşılan.. Bunun için de, "Karadenizli olmak ayrıcalık. Bunun da altını çizeyim. Tabii ben de bu arada, bir sır demeyelim de bir noktayı sizinle paylaşayım. Ben de Karadeniz damadıyım. Bunu da bilin. Tabiî Karadenizli olmak güzel bir şey. Güzel bir ayrıcalık ama ben de bir Karadenizli damadı olarak gurur duyuyorum. Bunu da sizinle, özellikle burada paylaşmak isterim" diyordu..
Başbuğ, Trabzonlulara, ’ülkesi için gerektiğinde hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan insanlar..’ diye gaz verirken, adetâ, ’devam edin aslanlarım, arkanızda ben varım..’ der gibiydi..
Hâfızâlarda, bazı acı hadiselerin failllerinin Trabzon’lu olması canlanıyordu.. Bazı linç girişimleri, Papaz Santono’nun öldürülmesi, Hrant Dink’in öldürülmesi, Ogün Samast’lar, Yâsin Hayal’ler, Tuncel’ler ve onlara kol-kanat geren subaylar ve onların sorumluluklarının ört-bas edilmesi çalışmaları..
Evet, Org. Başbuğ’un Oruç Reis Firkateyni’nde, zırhlı savaş gemisinde, kükremeye hazır bir aslan görünümünde, yaptığı konuşmalar, düşündürücü idi..
Başbuğ’un ’son zamanlarda TSK'ya karşı yürütülmekte olan psikolojik asimetrik harekâta değinmek istiyorum. Bu konuya değinmeyi bugün beraber olduğumuz TCG Oruç Reis Fırkateyni'nde değinmemin özel bir anlamı vardır.’ diye bilhassa işaret ederek ve ’küçük dağları ben yarattım..’ edâsıyla konuştuğu o savaş gemisinin de, o silahların da sahibinin millet olduğunu düşünecek ve bunu kendisine hatırlatacak birilerinin olabileceğini pek düşünmüyordu herhalde..
’Asimetrik savaş’ yapanlar, başkalarının asimetrikliğinden yakınıyor!
Başbuğ, "psikolojik harekat yürütenlere diyorum ki bulunduğunuz yol ve yer doğru değildir" derken, kendi takib benimsediği usûlün doğru olup olmadığını sorgulamak gerektiğini düşünmüyordu, herhalde..
Halbuki, şikayetçi olduğu ’asimetrik psikolojik savaş’ın daniskasını kendisi yapıyordu.. Çünkü, korkutmaya çalıştıklarının elinde ne silâh vardı, ne savaş gemisi..
Başbuğ, ’Bakınız Türkiye'nin bulunduğu coğrafya zor bir coğrafyadır. Bu coğrafyada güçlü olmayan devletler ayakta kalamaz. Etkin ve caydırıcı niteliklere sahib bir silahlı kuvvetlere sahip olunması hayatîdir. TSK'nın kendisine olan özgüveni tamdır. Bundan kimsenin en ufak bir şüphesi olmasın.’ derken, bir şeyleri gözardı ediyor gibiydi..
Çünkü, mesela, bir ordu maddî açıdan ne kadar güçlü olursa olsun, manevî bakımdan, tamtakır ise veya halk kitlelerine gaz vererek manevî güç oluşturacağını sanıyor ise, bunun büyük bir yanlış olduğunu anlamamış gözüküyordu..
TSK aleyhine asimetrik psikolojik savaş ve yıpratıcı propagandalar yürütüldüğünden yakınan Başbuğ bilmedir ki, müslüman milletimiz, milletin hayatının, inancının, namusunun bekçisi olarak görmek istediği ordunun daha da güçlü olmasını ister.. Ama, orduyu, milletimizin inançlarıyla taban tabana zıd bir resmî ideolojiyi ve onun ikonlaştırılmış isim ve resminin korunmasını korumaktan başka bir hedef bilmeyen kemalist/ laik hedeflerin elinde bir güç olarak görmekten, milletimiz elbette kederlidir. Çünkü, , aslî gövdesini milletin çocuklarının oluşturduğu ve milletin vergisiyle ayakta duran böylesine bir güç kaynağını, millete karşı bir tehdid unsuru olarak kullananlar kimlerdir ve o güç odağı, bu amaç için bu zamana kadar kaç kez askerî darbeler yapmıştır?
Ve, direkt askerî darbelerden ayrı olarak, üzerindeki perdeler kaldırılmamış nice manipulasyonlarla, millete ne büyük oyunlar oynandığı ve millete karşı ne korkunç asimetrik psikolojik savaşlar tezgahlandığının hikayesi ise, daha bir acıdır..
Ergenekon İddianamelerinde anlatılanlar, onların henüz bir damlacığıdır..
Bu bakımdan, Başbuğ’a, ’Hem ülkesini hem miletini sevmek, hem de haksız yere psikolojik harekat yürütmek bir arada olamaz.’ sözlerini, bir de ordunun komuta kadrolarına ârız olan kemalist/ laik tahakkümcü anlayış açısından düşünmesi tavsiye olunur..
25 yıldır süren bocalamaların ve ’Baskın’ların, ve de’parçalanan askerler’in hesabını kim verecek?
’Türkiye Cumhuriyeti hukuk devletidir. Herşey yasalara uygun yürütülür. İmalara ve dedikodulara yer yoktur. Bizi en çok üzen ve yaralayan noktalardan biri ise TSK içinde bizlere canları emanet edilen Mehmetçikleri üzerinden kanlı hesablar yapabilenlerin olduğunun düşünülmesi konusudur.’ diyen bir Org. Başbuğ’un, bu hukuk devletinde, bir askeri cezalandırmak için, onun eline, pimi çekilmiş bir elbombasını veren ve 4 askerin parçalanmasına sebeb olan bir teğmene, askerî mahkemece sadece 9 sene ceza verilmesini -ki, 4 sene sonra serbest kalacaktır..- nasıl izah edeceği sorulamadı diye, millet de bu cinayeti unutmuş mu, sayılacaktır? Başbuğ, ’Adlî makamlar ihbar mektuplarına gizli tanıkların ifadelerine karşı daha duyarlı ve daha dikkatli olarak hareket etmelidir. Böyle durumlarda TSK ile işbirliğinde bulunmalıdırlar. TSK'nın hataları örtme ve suçluları koruma gibi durumu olmamıştır. Ancak artık haksız ve mesnetsiz suçlamalara karşı TSK sessiz kalamaz. Bazı meydana gelen terör olaylarında bazen hatalar, eksiklikler olabilir..’ sözleri ise, bir suçluluk itirafı olduğu kadar, bu gibi konuları kurcalayanlara karşı bir gözdağı mesabesindedir de.. Ve de daha önemlisi, sorumluluktan da kaçıştır..
Hem, Başbuğ söyleyebilir mi; nedir o hatalar, eksikler ve de hesabını verebilir mi onların? Bir komutanın, askerin atının nalının bir çivisinin düşmesi üzerine söylediği, ’Bir çivi bir nal’ın kaybı demektir, bir nalın kaybı bir at’ın demektir, bir atın kaybı, bir askerin kaybı demektir, bir askerin kaybı bir savaşın kaybı demektir, bir savaşın kaybı, bir ülkenin kaybı demektir..’ tekerlemesini Başbuğ da biliyordur herhalde..
Em. generallerinizin anlattıkları sizi ilgilendirmiyor mu yoksa?
Bugünlerde, 16 sene önce, Bingöl- Elazığ yolunda, silahsız ve korumasız olarak yola çıkarılan 33 askerin öldürülmesi faciası, tartışılıyor..
Tam da Meclis’te, C. Başkanı Demirel’in çağrısı üzerine, Kürd Mes’elesi konuşulmak üzereyken, o barış çabasını sekteye ve kesintiye uğratmak için kurulduğu anlaşılan bir pusuda, silahsız, korumasız, sivil 33 askerin kurşuna dizilmesi faciası, ancak bu günlerde ele alınabiliyor..
MHP’ye yakınlığıyla ve türkçü söylemleriyle tv. proğramlarında yıllardır göze çarpan ve o dönemde, OHAL Asayiş Bölge Komutanı olan em. Org. Necati Özgen 16 Aralık 09 akşamı NTV’deki bir tartışma proğramında sorulan suallere makul karşılıklar vermek yerine küplere biniyor ve şunları söylüyordu:
“Acemi eğitimlerini tamamlayan askerlere 10 gün izin verildi. Sonra dağıtım için toplanma yerlerine gönderilmek için otobüslere bindirildi. (…) Malatya bizim bölgemizde değildi. Kıtalarına giden askerler sivildi.
Silahlarını gittikleri yerlerde alacaklar ve gerekirse orada da kısa bir eğitimden geçeceklerdi. Gelen istihbarata göre bölgede teröristler tesbit edilmişti. 11-14 Mayıs arasında bölgede 300-500 terörist tesbit edildiği için 4 gün operasyon yapıldı. Ancak herhangi bir terörist grupla karşılaşılmadı. Askerler yorulunca komutanlarına ’4 gündür dağdayız’ demişler. (…) Ancak o zamanlar imkanlarımız kısıtlıydı. Askerleri Malatya’dan yollayanlar eskort aracı vermemişler. 150 kilometrelik iki, iki buçuk saatlik bir yoldan bahsediyoruz. Havadan takib deniliyor ama dediğim gibi imkanlar kısıtlı. (…) Hain saldırıya 300-500 arası terörist katıldı. O bölgede o zamanlar 10 bin terörist vardı. Askerler dağdaki operasyonu bitirince teröristler içeri giriyor, araçları durduruyorlar. Otobüslerde asker olup olmadığını soruyorlar.
Birçok aracı yaktılar, silahlarla taradılar. Dikkatimi çeken bir şey var. Şoförler yolda birkaç kez durup telefonla bir yerleri aramışlar. Demek ki şoförler işbirlikçi.. Dağdakilere haber verdiler. Saat 18.00-18.30 arası yolu kesmişler. Diyarbakır’dan yardım gelmesin diye o yolu bombalamışlar.
Şerefsizler kurşuna dizmişler. Sabahın erken vaktinde ilk ben gittim. Benden önce kimse gitmemişti. Üst üste yığılmışlardı. Kendimizi kaybettik. Ne dediğimizi bilmiyorduk. Muş'tan tank taburu gelsin, uçaklar gelsin falan filan derken.. 5 gün beş gece yağmurlu havada operasyona çıktık. Etrafını sardık Ya yakacağım orayı. Napalm yani.. Ormanın içine asker sokmam.. Etraf çembere alındı. Tanklar manklar yani.. Her şeyi göz önüne aldık. 14 terörist ölü ele geçirildi, 25 kişi kurtarıldı..
Şemdin Sakık ifadesinde ’Ben yapmadım. Terörist başı Öcalan yaptı’ diyor. Bence de bu doğru. Reşadiye’deki saldırıdan da Öcalan’ın haberi var. Terörist başının izni olmadan bölgede kimse kılını kıpırdatamaz. Ondan habersiz birşey yapamazlar, herşeyden bilgisi var.”
Kaldı ki, MİT’in, 18 Aralık 09 tarihli medyada, son Reşadiye Saldırısı’nı yapanların PKK’lı teröristler olduğunu ve amma, açıklanan tlf. konuşmalarının, Gen. Kurmay’ın iddia ettiği gibi, PKK’lılara aid olmadığını açıklaması da bir ayrı ilginç konu..
Org. Başbuğ’un da gerçekleri anlatması için, bir 15-20 yıl mı beklemek gerekecek? Başbuğ’un dediği bir takım küçük hatalar, eksiklikler, işte böyle sonuçlar veriyor..
Sorumluların hesabını vermeleri mi?
Güldürmeyin insanı.. Askerlerin sevkinde Malatya’da güvenlik boşluğu kabul eden em. Org. Özgen, bu yüzden o dönem askerî mahkemede ’ihmal’den yargılanan askerler olduğunu, ancak beraat ettiklerini de açıklıyordu..
Ve proğram sunucusu, askerî mahkemelerin onları nasıl beraet ettirdiği sorusuna ise, ‘askerî mahkemelerin kendisine bağlı olmadığı, bağımsız olduğu ve kendisinin o bölgeden tayin olup gittikten sonra, çocukların kendilerini savundukları ve beraet ettikleri’ mavalını tekrarlıyordu, kızgınlık içinde...
Org. Başbuğ’un yüreği varsa, 16 yıl öncesinin o 33 Asker Dosyası’nı ve Org. Eşref Bitlis Dosyası’nı, Şemdinli Dosyası’nı, ve daha nice benzerlerini yeniden açtırsın ve de Ergenekon Yargılaması çerçevesinde iddianamelerde sözkonusu edilen konuları sulandırmaya çalışmaktan vazgeçip, mahkemenin görüşünü beklemeye koyulsun, bakalım.. O zaman, daha sonraki nice tezgahların perde arkası da aydınlanabilir, belki..