Orgeneral İlker Başbuğ’un konuşmasına bardağın dolu tarafı, boş tarafı biçiminde iki ayrı yönden bakabiliriz.
Bardağın boş tarafından başlayalım: Demokratik bir ülkede önceki günkü basın toplantısı yapılmazdı. Böyle bir basın toplantısına ülkenin bütün gazete ve TV yöneticileri koşarak gitmezlerdi. ‘Büyük ağabey’ havası içinde istediği zaman gazetecileri azarlayıp sözlerini kesen bir komutan, tahayyül bile edilemezdi.
Başbuğ konuşmasında; görev ve yetki alanına girmediği halde siyasete müdahale etti, generallerin de yargılandığı ve askeri darbeyi içeren Ergenekon davasıyla ilgili olarak savcıları eleştiren yorumlar ve değerlendirmeler yaptı, seçilmiş ve 2 milyonun üzerinde seçmenin desteğini almış bir siyasi partiyi muhatap kabul etmediğini dile getirdi ve bu nedenle Meclis’i boykot etmeye devam edeceklerini açıkladı.
Orgeneral Başbuğ, uzun siyasi değerlendirmeler yaptı, tam anlamıyla siyasi bir kurumun temsilcisi gibi konuştu. Ordunun siyasetin içinde olduğunu açıkça gösterdi. Asker siyaset ilişkisinin demokratik bir çizgide ilerlemediğini ve askerin siyaset üzerindeki ağırlığını koruduğunu bir kez daha ‘görme fırsatı’ bulmuş olduk.
‘Bedelli askerlik’ konusu kanunla düzenlenmiş bir konudur. TBMM, bedelli askerlikle ilgili düzenlemeleri değiştirme hakkına sahiptir. Başbuğ’un bu konuda karar verici gibi konuşması bir görev aşımıdır.
Asker-siyaset ilişkisinin normalleşmemesine paralel şekilde, asker-gazeteci ilişkisi de normalleşmiyor.
Gazeteciler olarak darbe artığı alışkanlıklarımızdan vazgeçmemiz gerekiyor. Her güç sahibi, gazetecileri
hedef gösterebiliyor, rast gele suçlayabiliyor, istediği zaman sözünü kesip susturabiliyor. Kendilerinde istedikleri gazeteyi ve gazeteciyi kabul etmeme hakkını görüyorlar. Başbakan öyle, Genelkurmay Başkanı öyle. Birçok olayda da kendi hatalarını gazetecilerin üzerine yıkmaktan hoşlanıyorlar. Ayrıca, Genelkurmay Başkanı’nın polemikçi bir köşe yazarını andıran bir üslupla gündemle ilgili değerlendirmeler yaparak köşe yazarlarıyla bir tür rekabete girmiş olduğundan da söz etmek mümkün.
Mesleğimizin onurunu ve prestijini tamamen kurtarmamız pek kolay gözükmese de, onur ve prestij kaybını belli bir ölçüde sınırlamayı deneyebiliriz.
28 Şubat döneminde Genelkurmay Başkanlığı toplumun bütün önde gelen kurumlarını hizaya getirmek amacıyla basın toplantıları düzenlemişti. Basın mensupları da bu ‘hizaya getirme’ çalışmalarından nasibini almıştı. Medyanın ağırlıklı kısmı askerin siyasete müdahale ettiği o günlerde kötü bir sınav vermişti. Gazetecilerin zaten yeterince iyi bir noktada olmayan meslek itibarları daha da zedelenmişti.
Bugün daha farklı bir siyasi ortamdayız. Kimsenin kimseyi hizaya getirecek hali yok. Ancak gazetecilerin askerle olan ilişkisi tam olarak değişmiş değil. Gazetecilerin askerin siyasete yönelik ilgisine karşı daha mesafeli davranmalarını gerekmiyor mu?
***
Bardağa dolu tarafından bakacak olursak, Genelkurmay Başkanı’nın ordu içinde darbecilerin barınamayacağını söylemesi, TSK’nın yasalara bağlı olduğunu dile getirmesi, bunu tekrarlayarak ifade etmesi olumluydu. Bir gelişmeyi gösteriyordu. ‘Yasalara bağlıyız’ sözünün bu kadar çok vurgulanması birtakım kuşkuların varlığına işaret etmiyor mu?
Başbuğ’un iktidarla gerginlik çıkarmak istemeyen konuşma üslubunun devam ettiği de dikkat çekti.
Kendilerine yönelik eleştirilere eskisinden daha açık olduklarını ortaya koydu.
BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun yaşamını yitirdiği kazada bir gazetecinin askeri
helikoptere alınmaması konusundaki eleştirileri cevaplarken, ‘Bize ulaşan bilgiler bunlar, başka bilgileri belgeleri olanlar varsa, onları da değerlendiririz ve gerekeni yaparız’ demesi de olumlu bir noktaydı.
***
Son bir not: Genelkurmay Başkanı’nın DTP’ye yönelik değerlendirmesi, onları yok sayması, ‘terör örgütü ile
irtibatlılar’ anlamına gelecek değerlendirmelerde bulunması konuşmasının en riskli bölümüydü.
DTP yöneticilerine yönelik yaygın tutuklama dalgası sürerken yapılan bu tarz suçlamalar, yargıyı etkileme potansiyeli taşıyan birer müdahale olarak görülebilir. DTP ile PKK arasındaki ilişkiyi değerlendirecek olan yargıçlardır, hukuk mekanizmasıdır.
Türkiye’nin önümüzdeki dönemdeki en zor konusunun ‘Kürt sorunu’ olduğu bir gerçek. Siyasetçilerin ve özellikle de askerlerin daha dikkatli bir üslup kullanmaları gerekiyor.
Kürt sorununun çözüm yollarını ‘parti kapatma’ ve ‘terörle mücadele’ ile sınırlı olarak algılamak, Kürt
sorununda şimdiye kadar en çok tercih edilen yaklaşım olmuştur. Başarısızlığı ortada olan bu çizgiyi aynen
sürdürmeye yönelik değerlendirmelerin tekrar gündeme getirilmesi endişe vericiydi.
Sonuç olarak, konuşmayı toptan değerlendirdiğimizde, bardağın boş tarafının daha ağır bastığını
söylemek zorundayız.
RADİKAL