İkinci haftasını dolduran Gezi Olayları bağlamında, sanki tek meseleymiş gibi Başbakan Erdoğan'ın üslubu tartıştırılıyor. Fakat örneğin içki içen vatandaşların gönlünü kırdığı için özür dileyen sözleri kasten gözden ırak tutuluyor. Kendisinin onayından geçerek, Bülent Arınç'ın 'Başbakan vekili' olarak yaptığı konuşmanın Başbakan'ı 'küplere bindirdiği' gibi dezenformasyonlara girişiliyor. Özellikle de alandaki gençlere ve çevrecilere yönelik olumlu mesajları kırpılarak aktarılıyor. Olması gerektiği gibi yanlışa yanlış deniyor ama doğruya doğru denen nedense bulunamıyor.
Evet, Başbakan'ın yer yer sesini yükselttiği, bazen emir kipinde cümleler kurduğu, ayyaş ve çapulcu gibi 'yüklü' kelimelere başvurduğu doğrudur. Halkla ilişkiler açısından bu hususta ölçünün gözetilmesi gereklidir. Ancak aynı zamanda, eylem alanlarında kendisini, rahmetli annesini ve eşini tahkir eden sayısız küfürün olduğu, hatta temsili mezarının yapılıp bazılarının 'mezar'a yönelik iğrenç fiillerde bulunduğu bir ortamdan bahsettiğimizi hatırlamak gerekir. Yani Gezi, ne gül bahçesi ne de pislik yuvasıdır. İyi insanlar kadar kötü insanların da olduğu bir vasatın toplamıdır.
Ayrıca, Gezi'den yurda yayılan eylemlerde kaybedilen canlar, tahrip edilen 280 iş yeri, 6 kamu binası, 130 polis aracı, 207 özel araç, 18 ambülans, 11 Ak Parti binası, canlı yayın araçları, 1 konut ve 1 polis merkezine ek olarak 'basılarak' mahalle baskısı yapılan bazı cafe ve restaurantları da unutmamak gerekiyor. Ve tabii ki, üslup tartışması ekseninde Başbakan Erdoğan'ın 'yeterliliği'ni tartışmaya açan yayınlar ve yazılar...
Hem milleti hem de devlet otoritesini aynı anda temsil eden Başbakan'ın tüm bu olan bitene gözünü kapayarak hareket etmesi beklenemez. Kaldı ki Gezi Parkı'yla başlayıp, Erdoğan'ı hedefe koyan bu operasyona yönelik, Başbakan'ın sadece yumuşak bir üslubu benimsemesi de beklenemez.
Havaalanındaki konuşmasından, Mersin ve Ankara'daki konuşmalarına kadar Başbakan'ın verdiği ilk mesajın, Gezi'ye değil, faiz lobisi ve uluslararası güçlere karşı olduğunun altını çizmek lazım. Ayrıca, sokaklarda estirilen 28 Şubat havası ve özellikle başörtülü kadınları hedef alan taciz olayları karşısında Ak Parti tabanında ve mütedeyyin kesimlerde bilenen öfkenin de farkında olmak icap ediyor. Başbakan Erdoğan'ın yaptığı tüm konuşmalarda öne çıkan sloganın 'Dik dur ezilme, bu millet seninle' olduğunu da yok saymamak gerekiyor. Başbakan, bu mitingleri yaparak aslında tabanına 'Merak etmeyin, bu ülkenin bir başbakanı var; sakin olun ve sabredin' demiş oluyor. Dünkü grup konuşmasında belirttiği gibi 'sessiz çoğunluğun sesi' oluyor.
Ayrıca 28 Şubat sürecinde, kendisini devirmeye çalışan güçlere yönelik merhum Erbakan'ın yumuşak ve uzlaştırıcı üslubunun nerelere vardığını hatırlayan önemli bir kitle var. Ve bu kitle, hayat tarzı üzerinden ayrımcılığa uğradığını söyleyen halk kesimlerinin yeri geldiğinde kendilerine baskının âlâsının yapılmasına göz yumacağını biliyor. Başörtülü kadınlara cüretkâr saldırılar da, aynı kafanın hüküm sürdüğü izlenimini doğuruyor. Gün aşırı basın açıklaması yapan platformlardan bu hususta ortak bir ses çıkmamış olması da endişeleri yükseltiyor.
İstanbul'a dönen Başbakan'ı havaalanında karşılayan yüz binler hakkında, görüştüğüm bir yetkilinin şu sözleri de tabandaki psikolojiye işaret ediyordu: '11 yıldır Ak Parti içinde görev yapıyorum. İlk defa tabanımızın bu kadar yoğun tekbir getirdiğine şahit oldum.' Buna ek olarak yine ön plana çıkan 'Mücahit Erdoğan' sloganı da aynı minvalde değerlendirilmeyi hak ediyor.
Toplumda bir gerginlik olduğu aşikâr. Bu havayı dağıtacak olan da kendi tabanlarını rahatlatıp, meseleyi diyalog ve uzlaşma yoluyla çözmeyi seçtiğini ilan edecek partiler ve oluşumlardır. Ak Parti bu hususta üzerine düşeni yapmıştır. Sıra alandakilerdedir.
Bugün, Ak Parti Genel Merkezi'nde gerçekleşecek görüşme, sihirli bir şekilde her şeyi çözmeyecektir ama tarafların birbirini anlaması ve istişare mekanizmasının güçlendirilmesi noktasında olumlu katkı sunacaktır. Taşlardan, coplardan, molotoflardan, TOMA'lardan evvel buna ihtiyacımız var.
YENİ ŞAFAK