3 kasım, akşam saatleri, 17.30-18.00 arası... Televizyonda, gazetecilerin sorularına cevap veren Başbakan’ı canlı yayında izliyorum... Kendisi görünmeyen, sadece sesini duyabildiğim bir gazeteci, Ümit Kıvanç’ın (Taraf, 5 kasım) “Bizde bile bazen gazeteciler normal gazetecilik yapar” diye takdirle karşıladığı gayet yerinde bir soru sordu. Soru aynen şöyleydi:
“Geçmişte ülkede çeşitli çatışma ortamları yaşandı. Dün de İstanbul’da bir vatandaş PKK sempatizanı gruba pompalı tüfekle kendince müdahale etti. Bu konuda vatandaşlara ne tavsiye ediyorsunuz?’’
Aslında gazeteci, “Yasadışı gösterilere müdahale sadece devletin yetkisindedir, kendisine böyle bir görev vehmeden vatandaşlar bilmelidirler ki kendileri de yasadışı bir işe kalkmış olurlar ve onlar da karşılarında devleti bulurlar” türünden bir cevap beklentisiyle gollük bir pas vermişti Başbakan’a. Fakat gazetecinin umduğuyla bulduğu arasında dağlar kadar fark vardı. Cevap, şöyleydi:
“Vatandaşlarıma özellikle sabır tavsiye ediyorum. Fakat tabii bu sabır nereye kadar olacak. Bunun da endişesi içerisindeyim. Eğer siz vatandaşın mağazasının camlarını indirirseniz, vatandaşın hayatına kast ederseniz hayatına kast ettiğiniz vatandaş kalkıp da eğer elinde böyle bir tedbiri böyle bir imkânı varsa, o da kendini savunma yoluna gidecektir. Yani bu tür yollara bu bir sevktir.”
Bu sözleri duyunca, ancak “zıplama”yla ifade edebileceğim garip bir harekette bulundum. Fakat “kendi kendini ayıplama” yöntemini kullanarak birkaç dakika içinde toparlandım. (Şimdi siz beni e-mail bombardımanına tutup yöntemin ayrıntılarını öğrenmek istersiniz, bunu engellemek için burada açıklıyorum: Kendi kendini ayıplama yöntemi, kabaca, “yakışıyor mu sana, sen bu topraklarda başbakanlardan ne laflar duydun, ne bu tuhaf hareketler, sakin ol, kendine gel” ya da benzeri bir uyarıyı kendi kendine yöneltme esasına dayanır.)
Toparlanır toparlanmaz, sonradan haklı olarak “katli vaciptir ve vatandaş tarafından katli dahi vaciptir” diye tercüme edilen bu sözlerin bir saat sonra izleyeceğim televizyonların ana haber bültenlerine “bomba gibi” düşeceği beklentisiyle baş başa buldum kendimi. Saat 19.00’da zıplaya zıplaya televizyonları dolaşmaya başladım, fakat hayır, beklediğimin zerresi bile gerçekleşmedi. Hiçbir kanal Başbakan’ın bu sözlerini ve sözlerdeki vahameti vurgulamıyordu. Bir umutla ertesi günkü gazeteleri beklemeye başladım.
“Erdoğan sabır tavsiye etti”
Ertesi gün (4 kasım)... Gazeteler önümde... Her zaman olduğu gibi Taraf’la başlıyorum... Sürmanşeti görünce anlıyorum: Belli ki Taraf’ın yazıişlerindeki arkadaşlar da benim gibi duyar duymaz zıplamışlar: “ERDOĞAN’DAN ‘POMPALI VATANDAŞ’A: SABRET... Erdoğan İstanbul’da göstericilere pompalı tüfekle ateş eden şahsı savundu: Vatandaşın canına, malına kastediyorsun. O da kendini korur tabii, ama sabretsin.”
Güzel... Demek ki endişem (“haber akşam saatlerinde geldi, belki de gazetelerin ilk baskılarını okuyan bizim gibi taşralılar mahrum kalabilirler bu haberden”) geçerli değil... Koşullar gereği en erken baskılardan birini yapmak mecburiyetinde olan Taraf bile yetiştirebildiğine göre...
Nitekim, Sabah ve Akşam’daki ilgili haberler, bu akıl yürütmemin geçerli olduğunu söylüyor bana. Haber vardı da, nasıl vardı? İki gazetemiz sırasıyla “ERDOĞAN SABIR TAVSİYE ETTİ” ve “İNSAN DÜŞMANI BUNLAR” başlıklarını tercih etmişlerdi.
Gördüğünüz gibi meselenin özünü tümüyle ıskalayan, haberin en önemli ve çarpıcı kısmını gizleyen (artık bilerek mi bilmeyerek mi, bilemeyeceğim) başlıklar bunlar.
İçinizden “hiç vermeselerdi daha iyi” diyenler varsa, sizlere katılmadığımı söylemek isterim. Çünkü iki haberin içinde de Başbakan’ın sözleri vardı. Eh, hiç değilse okurlar onları görebilir, bu vahim sözler konusunda bilgi sahibi olabilir, ilaveten de “bu nasıl gazetecilik, bu haberin başlığı böyle mi olur” diye eleştirebilirlerdi... Hiç yoktan iyidir.
Hiç yoktan iyidir, çünkü bunun alternatifi, haberin hiç verilmemesi... İnanmayacaksınız ama, Taraf, Akşam ve Sabah dışındaki hiçbir gazetede yoktu Başbakan’ın sözleri. Düşünün, sonraki günlerde hemen herkesin üzerinde kalem oynatmaktan kaçınamayacağı kadar önemli bir haberin ya farkına varılmıyor ya da varılsa bile, bu, ne yapıp edip haberi baskıya yetiştirme telaşına yol açmıyor.
Neden mi? Ben bunu bütünüyle, her yıl biraz daha büyüyen heyecansızlık, lakaydi, haberlere alıcı gözle bakmama, haberler üzerinde yoğunlaşmama gibi etmenlerle açıklama eğilimindeyim. Üzücü tabii...
NOT: Arkadaşlarımdan, birkaç gazetenin haberi İstanbul baskısına koyduklarını, hatta Hürriyet’in manşet yaptığını öğrendim. Takdir edersiniz ki, bu “telafi” benim eleştirilerimi ortadan kaldırmıyor. Tam tersine, haberin öneminin altını bir kez daha çizerek, bizi böyle bir haberin (dahi) bir an önce gazeteye yetiştirilmesi için çırpınmayan bir gazetecilik üzerinde düşünmeye sevk ediyor.
-----------------------------------------------
Çarpıtma yok: Bal gibi “ya sev ya terk et” dedi...
Başbakan Erdoğan son günlerde çok yanlış, bir o kadar da tehlikeli iki çıkış yaptı. 1. Kendisine “yasadışı miting”i dağıtma hakkı vehmeden “pompalı vatandaş”a selam niteliğindeki cümleler ve 2. Ondan üç gün önce Güneydoğu’da sarf ettiği şu cümle: “Tek bayrak, tek vatan, tek millete karşı çıkan buyursun, istediği yere gitsin...”
Yeni Şafak’a göre Başbakan’ın bu bol “tek”li cümlesinin “ya sev ya terk et” diye tercüme edilmesinin adı “çarpıtma...” Gazetenin “‘Ya sev ya terk et’ çarpıtması” başlıklı haberinden aktarıyorum:
“TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda, 2009 yılı bütçe görüşmelerinde tartışma yaşandı. Başbakan Erdoğan’ın Hakkâri’de, ‘Ya sev, ya terk et’ dediğini ileri süren DTP’li Hasip Kaplan’a, bazı AK Parti milletvekilleri tepki gösterdi. Komisyonda söz alarak, ‘Ne diyor Sayın Başbakan daha dün, ‘ya seveceksin, ya terk edeceksin’ diyen Kaplan’a, AK Parti Afyonkarahisar Milletvekili Halil Aydoğan ile AK Parti Malatya Milletvekili Ömer Faruk Öz, ‘Bayrağı seveceksin’, ‘bu ülkede yaşayan herkes vatanını, milletini, bayrağını sevecek, yok öyle bir şey’ diye tepki gösterdi.”
Haberin devamından, iki milletvekilinin, Başbakan’ın sözlerinin çarpıtıldığını düşündükleri için müdahale ettiklerini anlıyoruz. Gazete de öyle düşünüyor ki, habere “‘Ya sev ya terk et’ çarpıtması” başlığını uygun görmüş. Yeni Şafak’a bir soru soracak, bir de hatırlatmada bulunacağım...
Sorum şu: Sizin gazeteniz hep böyle mi yaptı? Yani hep kelimelerin “zahir”iyle yetindi, “bâtın”ıyla hiç ilgilenmedi mi? Mesela Deniz Baykal, “Anayasa Mahkemesi 367 koşulunu kabul etmezse ülke kargaşaya sürüklenir” dediğinde ve bu haklı olarak “Baykal Anayasa Mahkemesi’ni tehdit etti” diye tercüme edildiğinde gazetenin buna bir itirazı olmuş muydu? Yoksa, tam tersine Yeni Şafak da mı böyle tercüme etmişti Baykal’ın cümlesini?
Şu da hatırlatmam: Nasıl oluyor da Yeni Şafak dışında herkes Başbakan’ın bu cümlesini böyle tercüme ediyor ve kullanıyor? Gazetenin değer verdiğine inandığım iki yazardan örneklerle bitiriyorum:
Ali Bulaç: “Basit bir belediye seçimini ‘ya sev ya terk et’ noktasına getirmek ne kadar makul, ne kadar ülkenin siyasi istikrarına ve sosyal barışına hizmet eder? Bu, sivil siyasetin dili değil; buyuran, tehdit eden, dışlayan, ezmek isteyen devletin dilidir.” (Zaman, 5 kasım).
Gülay Göktürk: “Başbakan demokratik bir yarışı savaş ilanına çevirmekle en büyük hatayı yaptı, bu fırtınanın tohumlarını ekti. İşin kötüsü, fırtınayı gördükten sonra da dindirmenin yollarını arayacağına, körükle üstüne gitmeye devam etti ve sonunda işi ‘Ya sev ya terk et’ noktasına kadar getirdi.” (Bugün, 5 Kasım)
TARAF