Ömer Aslan / STAR – Açık Görüş
Afrika ülkeleri hariç Soğuk Savaş dönemi klasik darbeleri basit olmayan ama ‘basit’ askeri harekâtlardır. Bu tür darbeler gizlice planlanır, hızlı bir şekilde ve askerler tarafından uygulanır ve yasadışı eylemler olarak başlayıp başarılı olduklarında kendi hukuklarını kurarlar. 27 Mayıs cuntası bu nedenle “Harekâta aynı zamanda, baskın şeklinde, etraf aydınlanmadan, gece başlanacak ve güneş doğmadan bütün hedefler ele geçirilecek” planını benimsemişti. En açık örneğini 28 Şubat darbe sürecinde gördüğümüz Soğuk Savaş sonrası ‘ağ’ darbeleri ise sivil görünümlü (aktörleri ve metodu itibariyle), sürece yayılan ve ‘görünüşte’ meşru psikolojik operasyonları barındırır ve bu nedenle daha sofistike eylemlerdir. 15 Temmuz FETÖ darbe girişimi ise bu yazarın da kalkışmanın ilk saatlerinde düşündüğünün aksine ve Türkiye’nin darbeleri zorlaştıran tüm yapısal şartlarına (‘yeni medya’, dik duran bir hükümet ve Cumhurbaşkanı, çoğul medya ortamı vb.) rağmen, FETÖ ağı tarafından oldukça iyi planlanmış bir klasik darbeydi. Mevcut durumu eksiklikleri ve sunduğu avantajlarıyla doğru tespit etmek adına söylemeli ki, 15 Temmuz darbe girişimi 1960 ve 1980 darbelerinde olduğu gibi, ilk planlandığı saatte yani saat 03.00’te başlamış olsaydı ‘başarıya’ ulaşma şansı hayli fazlaydı. FETÖ cuntasının darbeyi erkene almak durumunda kalmasıyla birlikte darbeyi bastıracak daha gevşek bir kontra ağın oluşması mümkün oldu. Şu açık ki, darbe girişimi ne kalkışmanın erkene alınmasını sağlayan (çok geç kalmış da olsa) istihbarat uyarısı olmasa engellenebilirdi; ne de istihbari uyarı sonrasında hükümet ve Cumhurbaşkanı dik durmasa, insanlar sokağa dökülmese ve medya ortamı darbeye müsait olsa.
En kanlı cunta
FETÖ askeri cuntası yakın tarihimizde gördüğümüz en radikal ve kan dökmeye en hazır cuntaydı. Cuntanın27 Mayıs cuntasının 1958’de Samet Kuşçu hadisesinde yaptığının aksine, darbe planı sızdıktan sonra bir kısım subayını feda etmeyi de göze alarak kalkışmayı ertelemeyip sürdürmesi Sisi-vari bir katliama girişmeye hazır olduğunu göstermektedir. Bu radikalizmin en büyük nedeni, ordudan ’siyaset ve toplum-üstü özne’ olduğu algısını alan cuntanın, üyesi oldukları FETÖ’den de seçilmişlik sanrısını kapmalarıdır. FETÖ liderinin konuşmasına da yansıyan bu sanrı, darbeye direnen masum insanların ‘ahmak’ hatta ‘böcek’ olarak görülmelerine imkân verdi.
FFETÖ cuntasının radikalliği TRT’de zorla okutulan darbe bildirisinden de açıkça okunabilmektedir. Bu bildiri satır satır incelenmelidir çünkü darbe kodları darbe bildirilerinde yer alır. 1960 ve 1980 darbeleri göz önüne alındığında, Türkiye’de ilk defa bir askeri cunta çok açık bir siyasal, toplumsal, ekonomik ve dini hedefe yöneldi ve onu ‘vatan hainliği’ ile suçladı. Ne 1960 darbe bildirisinde Demokrat Parti’nin veya Menderes’in ne de 1980 darbe bildirisinde herhangi bir kişi veya siyasi partinin ‘vatana ihanetle’ suçlandığı görülür. 1960 bildirisinde cunta “girişilmiş olan bu teşebbüs hiçbir şahsa veya zümreye karşı değildir” diyerek darbenin doğrudan bir kesime karşı yapılmadığı izlenimini verme ihtiyacı duymuştu. Evet; 27 Mayıs cuntası darbeden sonra bölündü ve Menderes’in idamına giden süreçte cuntanın bir kısmı doğrudan bir kesimi hedef aldı. Ancak bir kısım cuntacı halen darbenin İnönü-CHP adına yapılmadığını, tarafsız gözükmenin önemli olduğunu düşünüyordu. 1980 darbesi ise doğrudan bir siyasi parti lehine hareket etmedi; siyasal partilerin tamamını hedef tahtasına yerleştiren darbeciler, ‘vatana ihanet’ gibi bir suçlamaya gitmedi. Bu bakımdan 15 Temmuz darbesine en yakın düşen darbe girişimi 28 Şubat darbe sürecidir ancak 15 Temmuz darbesi 28 Şubat zihniyetinin çok daha radikal ve sinsi halini barındırır.
Bildiri çok şey anlatır
Bu noktada neredeyse hiçbir darbe bildirisinin darbeden 1 hafta önce hazırlanmadığını hatırlatmak gerekir. Darbe bildirileri cuntacıların orduyla, halkla ve dış aktörlerle ilk iletişim anı olduğundan kelimeleri özenle seçilir. Cuntanın kendisine ‘Yurtta Sulh Konseyi’ adını vermesi, ulusalcı terminolojiye atıfta bulunması ve uluslararası anlaşmalara bağlılık sözü vermesi bilinçlidir. Bu durumda vatandaşlara başka haber kaynaklarının kalmadığı darbe sonrası sabah saatlerinde televizyonlarından ulusalcılık-tonlu bir darbe bildirisi duyurmayı ve darbeye bu açıdan anlık bir meşruiyet kazandırmayı planladılar. Hem ordunun ilk planda darbeye katılmayıp bekleyen kesimleri hem de halkın bir bölümü bu noktada darbenin FETÖ kaynaklı olduğunu bil(e)meyeceğinden Kemalist bir darbe olduğunu sanarak darbeye destek verebileceklerdi. Cunta darbenin dış boyutunu da çok iyi hesaplamış gözüküyor. Ungpakorn’un ifadesiyle “tank liberali” Amerikan çevreleri darbe girişimi başarısız olduktan sonra verdikleri tepkiyle başarılı bir darbeyi Mısır ve 27 Mayıs darbelerinde olduğu gibi ‘iyi darbe’ olarak pazarlamaya hazır olduklarını ortaya koydu. ABD Başkanı Obama’nın tavrı bir yana, cuntanın ABD ordu istihbaratı ve CIA’den bir şekilde ‘olur’ almış olması büyük ihtimal. Bu arada ABD’nin darbelerde dahli söz konusu olduğunda ilgili her kurumunun, olayın içinde olması gerekmez. ABD diplomasisinin karşı olduğu durumlarda dahi ordu istihbaratı ve CIA bir darbeye destek verebilir. Ordu istihbaratı ve CIA’in desteklediği ancak Atina’daki Amerikan diplomatlarının mesafeli kaldığı Yunanistan’da 1967 Albaylar Cuntası darbesi bunun en güzel örneğidir. Adana’nın ve sonrasında İncirlik üssünün Amerikan istihbaratının gönlünde özel bir yeri olduğu düşünüldüğünde, İncirlik ayağı olan bir darbe girişiminin ABD (ordu ve CIA) istihbarat birimlerince yakından takip edilmemiş olma ihtimali oldukça azdır.
Ne yapmalı?
Darbe sonrası yapılması gereken ilk (ve ihmal edilmiş) iş kışlaların askeri planlamalar da göz önünde bulundurularak İstanbul ve Ankara’da şehir sınırlarının dışına çıkarılması olmalıdır. ‘Tanksız klasik darbe olmaz’ prensibi bilinse ve zırhlı! birlikler büyük şehirlerin dışına çıkarılmış olsaydı 15 Temmuz darbe girişimi daha rahat şekilde durdurulabilirdi.
Genelkurmay Başkanlığının Milli Savunma Bakanlığına bağlanması konusunda Cumhurbaşkanı Erdoğan yeni bir öneri getirdi. Genelkurmay’ın MİT ile birlikte Cumhurbaşkanlığına, kuvvet komutanlıklarının ise Milli Savunma Bakanlığına bağlanmasını önerdi. Burada şunu belirtmeli ki, Genelkurmay Başkanlığını Cumhurbaşkanlığına, komutanlıkları ise Savunma Bakanlığına dikey ve formel olarak bağlamanın pek getirisi olmayacaktır. Bu kontrolü Genelkurmay Başkanını Cumhurbaşkanına bağlamak şeklinde kurmamak gerekir. Kontrol yatay ve reel olmalıdır; yani kaynakları, uzmanlığı ve karizması en az yeni yetkisi nispetinde olacak bir Savunma Bakanlığı sivil müsteşar ve uzmanlarıyla kuvvet komutanlıklarının içine giren köprüler kurarken, aynı şeyin Genelkurmay nezdinde Cumhurbaşkanlığınca yapılması gerekir. Böyle bir sistemde silahlı kuvvetler bünyesinde yapılacak seminer, konferans ve diğer birçok etkinlik ancak müsteşar ve uzmanların onayı, kontrolü ve denetiminde gerçekleştirilebilecektir.
Analizi Harbiyeli isimli twitter hesabını kullanan kişinin bir komutan (Jandarma Kurmay Albay) olduğu ve adının darbe sonrası Kırşehir Sıkıyönetim Komutanı olarak geçtiği haberi bize yeni dönemde ordu ve medya ilişkisine dair potansiyel bir boyutu hatırlatmaktadır. Buna benzer başka sosyal medya hesapları var mıdır? Suriye veya PKK ile mücadele gibi konularda ordunun içinde reel veya muhtemel cuntacıların kullandığı, hükümet karşıtı başka operasyonel twitter hesapları da olabilir mi? Bu tür hesaplara ne kadar dikkat ediliyor ve ne derece kontrol altında?
Birçok Batılı ‘analist’ Türk ordusunun darbe girişimi sonrasında bölünmüş durumda olduğunu yazdı. Şunu açıkça söylemek gerekir ki ordu 1940’lardan bu yana ‘bölünmüş’ durumda. Ordu 1950’lerdeDemokrat Parti’ye destek hususunda, 1960’larda ve 70’lerde 27 Mayıs’ın ideallerinin yarım kaldığı iddiası ve büyüyen anti-Amerikancılık üzerinden, 1980’ler ve 1990’larda 12 Eylül darbesinin ‘ABD’ tarafından siyasal İslam’a yol vermek üzere komuta kademesine sipariş edildiği iddiası üzerinden ve son olarak 2000’lerde AK Parti’ye destek konusunda zaten ‘bölünmüştü.’ Bu bize durumun önemsiz olduğunu değil, ordu içi bu bölünmelerin daha önce de var olduğu ve komuta kademesi sağlam durduğunda ve altını iyi gözlemleyip izlediğinde sorun olmayacağını anlatır. Darbe sonrası ortamda en önemli sorun Ergenekon, Balyoz ve Askeri Casusluk davalarında mağdur edilmiş, şimdi serbest kalan komutanların da orduya dönmesiyle orduda ‘bölünmüşlüğün’ değil, gruplar arasında dengesizliğin ortaya çıkmasıdır. Ordu kısa vadedeki yapısıyla geçmişte olduğu gibi bugün de Türkiye sosyolojisini yansıtmaktan uzak olacaktır. Bunun da tamiri maalesef kısa vadede mümkün gözükmüyor. Balyoz davasından yargılanan Emekli Amiral Semih Çetin de ifade ettiği gibi “AKP iktidarına yakın generaller amirallerin bir kenarda atamalarını beklediği gibi bir durum söz konusu değil.” Bu durum, kısa vadede PKK ile mücadele haricinde, ordununbir politika enstrümanı olarak kullanılmasını çok zor hale getirirken, uzun vadede ise tarzı itibariyle farklı ordu müdahalelerine imkân verebilir. Bu ve bu yazıya sığmayan diğer tüm zorluk ve açmazların üstesinden gelmenin yöntemi slogan ve sembol siyaseti değil, rasyonel ve stratejik planlama; içeriği ise en başta ‘ortay düzey yönetici reformu’ olabilir.