Bartın Bilgi-Der’de “Islah Mücadelemiz ve Öncelikli Hedeflerimiz” konulu bir konferans veren Hamza Türkmen’in, yaptığı konuşma metnini deşifre ederek ilginize sunuyoruz:
Allahu Teâlâ ilk insan toplumunun bir bütün olduğunu söylüyor. Bu durum sonradan çekememezlik gibi sebeplerle bozulmuştur. Bu bir ifsad, bir yabancılaşmadır. Kur’an-ı Kerim de aynı fıtrat üzerine yaratıldığımız anlatılıyor. Allah Rasulü bu konuyu şöyle açıklıyor: “Herkes İslam fıtratı üzere doğar. Sonra onu ana babası Yahudi veya Nasranî veya Mecusi ya da kâmil imanla tanıştırır.”
İnsan iyiye ve kötüye meyletme özelliğiyle yani imtihan saikiyle yaratılmıştır. Başıboş bırakılma hali yoktur. Kişinin nefsine uyması ifsaddır. Siyasi, itikadi, ahlaki, fıtri tüm yabancılaşmaya karşı yeniden vahye, fıtrata dönmek durumu Kur’an’da ıslah olarak tanımlanmıştır. Rabbimizi her alanda birlememiz tevhiddir. Tevhidden sapma başka güçlerin, ortakların peşine gitme, nefse uyma; şirktir, ifsaddır, yabancılaşma ve kopmadır. Peygamberlerin vahyi uyarısıyla insanları öze davet etmek vahye davet etmektir. Fıtrata yönelme ve ıslah yolunu tutma köklü bir değişimi kaim kılıyor. Kur’an’da bu arınma ve yönelme “Ey iman edenler yeniden Allaha, rasulüne, kitaba ve sizden önce gelen kitaplara iman ediniz.” Yani yeniden özünüze dönünüz, şeklinde vurgulanıyor. Bu çağrıyı son ıslah önderi Hz. Muhammed (s) tüm insanlığa yapmıştır.
Müslümanlar tarihlerine, rasulden hemen sonraki sahabe dönemine çok fazla bakmak istemezler. Çünkü yaşanan ihtilafları tartışmak istemez ve geçiştirmeye çalışırlar. (Oysa dersler çıkaracağız ki aynı duruma biz düşmeyelim.) Hz. Ali ve Muaviye arasındaki çatışmalar irdelendiğinde, Hz. Ali’nin Muaviye üzerine güçlü bir orduyla giderken Nehrevan’da Hariciler diye adlandırılan bir topluluk ile savaşmak zorunda kaldığını, nasıl zayiata uğradığını tarihten okuyoruz. Belki Hz. Ali, Muaviye’nin üzerine varabilseydi koca bir saltanat ve şatafat dönemi Müslümanların başına dert olmayacaktı. Hazindir, bu olaydan sonra Emevilerin üzerine bir daha gidilememiştir.
Bize sorulduğunda o döneme ‘asrı-saadet’ diyoruz. Hâlbuki bu olgunun içinde Cemel, Sıffin, Nehrevan ve Kerbela olayları var. Yine Abdullah bin Zübeyr, yanında sahabenin tevhid ve adalet gücüyle beraber Hicaz’da, ifsadın gücü Emevilere karşı direniyor, Hz. Hüseyin yanındadır. O, Kufelilerden mektup alan Hz. Hüseyin’e gitme diye yalvarıyor. Fakat hazır bir ordu bulacağı umuduyla Kufe’ye yönelen Hz. Hüseyin Kerbela mevkiinde tuzağa düşürülüyor. Abdullah ibni Zübeyr bu ayrılık sebebiyle güçsüz kalıyor. Ama direniyor. Derken Zalim Haccac, Abdullah ibni Zübeyr’i yenebilmek için Mekke’yi mancınığa tutuyor ve Kâbe’yi yıkıyor. Bunlar tarihimizin dramatik sahneleridir.
İslam nerededir? Metodu ne olmalıdır? Bizim için İslam, vahyin yönlendirdiği Rasul ve onunla beraber olanların yanındaki İslam'dır. Gecenin yarısında, üçte birinde Rasulle beraber olanlar, tertil üzere Kuran'ı okuyorlar. Yaşanan sorunlara Kuran'dan çözümler arıyorlar. İkisi arasında bağlar kuruyorlar. Müzsemmil suresinde bu anlatılıyor. Yine Yusuf Suresinde "Rasulullah ve Onunla beraber olanlar, insanları basiret üzere Hakka davet ederler." deniliyor. İşte bizim Rasulun yanındaki sahabe örneğimiz budur. Hicret ediyorlar, övülüyorlar. Uzun süre vahiy katipliği yapan Abdullah bin Sad hicretten bir sene sonra mürted olup Mekke'ye kaçıyor. O da övülen sahabedendi. Övülmesi onun yaptığı işin güzelliğindendi. Ama imtihanı devam ediyor. Kazanmak ve kaybetmek yapılan işlerle alakalıdır. (Bu şahsın rivayetlerde, Mekke'nin fethinden sonra tekrar Müslüman olduğu zikredilmiştir.)
Sahabe ve Raşit imamların kitap karşısında durumları neyse bizim de sorumluluğumuz aynıdır. Zira bin dört yüz yıl evvel şunlar yanlış yaptı diyeceğimize kendimize bakmalıyız. Yani Allah’a kul ve Rasulullah'ın tanımladığı bir şahsiyet olmak için çabalamalıyız. Hepimiz Rabbimize hesabımızı vereceğiz. Herkese kitaptan sorulacak. Bize de birbirine kılıç çeken sahabeye de sorulacak. Kısaca Rasulullah döneminde Medine'de oluşan örnek İslam toplumu ilk defa kamil istişareyi bıraktığı için ve emanetleri ehline verme konusunda istişari bir çözüm üretemediği için imamet ağır ağır saltanata dönüşmüştür. Bu çözümü üretememek de bir sorumluluktur.
Şunu tespit edelim ki Medine toplumu, Kuran toplumu yaşamaya devam etmiştir. Bu topluma vaziyet eden siyasi erkte bozulma oldu. Fakat bu çözüm üretememe hali ağır ağır kopuşu ayrışmaları, mezhepleri ortaya çıkarmıştır. Dinin asıllarında, temel meselelerde çözüm ortak olmalıydı. Tali konularda farklılıklar doğaldır. Renkler, estetik algısı, bazı ekol tarz farklılıkları olabilir. Fakat Kuran’la imtihan olduğumuz alan, ana hatlar vahye uygun olmak durumundadır.
Hicri 1. Asrın ortalarında iki ana akım doğdu. 1-Sorunlara kuran merkezli çözüm üreten dirayet fıkhı. 2-Kuranı sadece rivayetlerle anlayabiliriz diyen yaklaşım. Bir tarafta Ebu Hanife diğer tarafta İmam Şafi. (Fakat bu yine de problemlerin çözümü konusunda çok büyük bir yabancılaşmanın ve çatışmanın olmadığını da gözlemliyoruz.)
Hasan Turabi Dünya İslam dergisi 1. Ciltte bu konuda diyor ki: ‘O dönemlerde saltanat sistemi vardı ama ümmet birliği de yaşıyordu. Ümmetin yaşadığı yerlerde herkes herkesin camisine gidebilirdi. Yani pasaport sınırı yoktu. Altta dayanışma vardı ama siyasi erk bozuktu. Zira sonraları bu bozukluk aşağılara da sirayet ederek ümmetin diriliğini zayıflatmıştır’.
Bugün Ortadoğu intifadasını oluşturan ve tevhidi uyanış sürecini besleyen derinlik İhvan'ın, Malik bin Nebi'nin, Bin Badis'in ve diğer etkin ıslahat önderlerinin izlerini taşır. O dönemlerde (70’lerde) Türkçeye çevrilen eserlerden iman, İslam, din, kulluk gibi birçok kavramın gerçekte ne anlama geldiğinin öğrenilmesi, din algımızın inşasında vahyin birincil kaynak oluşturması ve sünnetin irdelenmesi gibi konular fark edilmeye başlanmıştı. (Bu sürecin zamana yayılan dönemlerde bir sürü zaafları da belirdi ama en önemli kazanımımız, sahih din algısının oluşması konusunda aldığımız mesafe oldu).
Esasen bu sürecin en önemli kazanımı 60’lı yıllardaki zihniyetin değişimi konusunda olmuştur. O dönemlerde (60’larda) dört temel cemaat vardı: Şer’i ölçülere dikkat eden Nakşiler, Nurcular, Süleymancılar ve Kadirilerdi. Fakat bu gruplar Osmanlı'dan devralınan mezhepçi ve batıni kültür üzerinde bina ettikleri şeyleri aktarıyorlardı. O dönemler yine sistemin gönüllü davetçileriyle’ ulus-devlet’ paradigmasını ‘milli dindarlık ‘halinde propaganda ettiğini ve bundan etkilenen çevrelerin varlığını da unutmayalım. Neticede o dönemki cemaatlerin istisnasız hepsi sağcıdır, devletçidir, milliyetçidir. Bunun memleketin doğusunda ya da batısında yaşamakla alakası yoktur. Örneğin bir problemle karşılaşıldığında konu şeyhe sorulur; şeyh ne derse o olurdu. ‘Tevhid’ şeyh efendinin Allah’la kurduğu rabıta neticesinde ene'l-hakka ulaşması ve Allah’la birleşmesi olarak tarif edilirdi. Şeyh hakikati bilen kişi, müridler ise Allaha yaklaşmak için şeyhi vesile kılan kimselerdi.
Böylesine bir din algısından 70’li yıllara gelindiğinde İslam dünyasındaki ıslah haraketlerinin öze/vahye döndüren eserleriyle tanışmamız ve meselelerin delillerini ortaya koymayı öğrenmemiz Kur’an ve Sünnete müracaat etme metodunu keşfetmemiz en önemli kazanımdı. Kavramlar çok önemlidir. Malum ifsad olmuş kavramlar kolaylıkla düzeltilmiyor. Mesela ’millet’ kavramı. Osmanlı'da millet kavramı din anlamında kullanılmıştır. (Kuran'da da kullanımı aynıdır) Fakat sonraları İslam dünyasına kasıtlı bir tanımlamayla millet kavramı ulusçuluğu karşılayacak şekle dönüştürülmüştür. O dönem Türkiye Cumhuriyetini oluşturan zihniyet önderleri ve İttihat-Terakki ekolü bu kavramın (ulusçuluğun) müslüman tebaya kolayca yerleşmesi konusunda ‘milliyet kavramı’nı batıdaki ‘nation’ (ulus) kavramına karşılık gelecek şekilde kullanmışlardır. Müslümanlar böyle bir kavram kargaşasını görmezden gelemezler. Türk ulusu kavramı yerine ’Türk milleti’ kavramını bir müslüman asla içselleştirmemelidir. Ama maalesef o dönemlerde bu kavramsal demogoji içselleştirilebilmiştir. Kuran'da karışıklığa yol açabilecek kavramların yerine doğrusunun kullanılması emredilmiştir. Raina-unzurna hatırlatması buna bir örnekir.
70’li yıllarda ıslahat faaliyetleri olarak sayabileceğimiz İhvan'ın, Cemaat-i İslami'nin dini doğru anlama meselelerinde yazdığı kitapların çevirileri İslami uyanış sürecine önemli katkılarda bulunmuşlardır. Menar tefsirinin 1. Cildine bakılırsa oradaki kavramların bu hareketler üzerinde ne denli etkisi olduğu görülecektir. 10. ve 11. Yy.'da Endülüs üniversiteleri bugün bile çok ileri sayılabilecek ilmi mesafeler almışlardı. 12. ve 13. Yy.'da Endülüs’teki şatafat, saraylardaki sefahat çöküşü hazırladı. Bu çözülmeye karşı 12. Yy.'da Tunuslu İbni Tumert tüm İslam coğrafyasını dolaşarak (Gazali'yi Mısır'da bulup onunla meseleleri tartışmıştır) entelektüel bir birikim ve bir ıslah projesi ortaya koymuştur. Yazdığı Kuran risalelerinde kitaba, sünnete ve meselelere nasıl bakılacağı konularında çözümler üretmeye çalışmıştır. Onun bu çabası Tunus'tan başlayıp kuzey Afrika'da bir iktidara dönüşmüştür. 10’lar 30’lar 70’ler meclisini oluşturarak tıpkı Medine toplumu örneğindeki gibi Kurani bir yönetim şekli oluşturmaya çalışmıştır. Tarih içerisinde İslam coğrafyasında Osmanlı, Hint, Moğol, İran, Fas ve Orta Afrika İslam devletleri kurulmuştur.
Mondros antlaşmasına kadar İslam coğrafyası hasbelkader bu iktidarların etkisiyle ayakta duruyordu. Fakat batılılar tüm İslam coğrafyasının hemen tamamını işgal ettiler. Geriye kalan bölgeleri de Çin ve Rusya işgal etti. Bu çok büyük bir kayba yol açtı. Fakat burada görülmesi gereken bir hususun altını çizelim: Gerçekte ümmet coğrafyasında yönetime ilham veren İslam değil sarayın ürettiği vehimlerdi. İslam sadece şer’i mahkemelerde, evlenme, boşanma ve ticari hususlarda geçerliydi. Siyaset-i Şer’iyye dediğimiz kamu hukukunda ümmet İslama göre değil örfe göre idare ediliyordu. Bu zaaf yönetimlerin güçsüzlüğünü ve asıl İslami yaklaşımın uzaklarda kalmasına yol açıyordu. Osmanlı devletinde 16. Yy. başlarına kadar heterodoks bir din algısı hakimdi. Tasavvufi, melami, hermetik din formu geçerliydi. Fakat kitap ve sünneti esas alan Kadızadeliler hareketi önemli bir ışığın doğmasına yol açmıştı. Fakat onların bu din algısını yukarıdan aşağıya uygulamaya koymaları sert çatışmalara yol açtı. 150 yıl tartışmalarla geçen koca bir dönem tevhidi ıslah çizgisini oluşturamadan yok olup gitti.
Malik bin Nebi bu dönemleri kritik ederken "İslam nerede?" sorusuna cevap olarak imanın ferdileştiğini İslamın iktidar olma gücünü yitirdiğini ve buna iktidarda ki zihniyet bozukluğunun, saltanatın ve eğitimdeki bozukluğun yol açtığını söylüyor. İbni Teymiyye bu çürümeye karşı mücadele eden kendi çapında bir örnektir. 1700’lü yıllara gelindiğinde Şah Veliyullah Dehlevi, Muhammed Abdulvehab bu ıslahat çabalarına etkin model olamamakla birlikte birer örnektirler. Zaafları eksiklikleri vardır. Fakat ortaya koydukları çabalar İslama fıtrata yönelme konusunda attıkları adımlar bir umut olarak algılanabilmiştir. ’Kitabi kültürünü’ kaybeden ümmetin kavramları ve usul yaklaşımlarını sahih bir şekilde değerlendirebilmesi kolay olmamıştır.
Allah'ın kitabını anlamaya, rasulun sünetini çözümlemeye çalışmak hayatımızı buna göre düzenlemek boyutunda bir çizgi oluşturmaya çalışan akımın en önemli taşıyıcısı 19 yy.'da karşımıza çıkan Cemaladdin Afgani ve arkadaşlarıyla kurduğu Urvetül Vuska hareketidir. Bu bir dergi çalışmasıdır. Fransa'da çıkmıştır. Tıpkı Mekke’deki gibi batı cahiliyesinde ortaya çıkan ve kullanılan bir imkan sistem içi bir araçtır. Bu çizginin sonradan şimdilerde İslami oluşumlara hareketlere yön eden bir çaba olduğunu gözlemliyoruz. Örneğin; Mutahhari ‘20. Yy.'daki İslami Hareketler’ kitabında konuyu sistematik açıdan tanımlamaya çalışıyor. 1-İstabdada karşı çıkmalıyız. 2-Yeniden Kuran'a ve sünnete dönmeliyiz. 3-İçtihat kapısını açmalıyız. İşte tüm bu yaklaşımlar bunlar ‘tertil fıkhı’nı ortaya koyuyor. İnsanların haklarını gaspetmemenin, ölçüyü doğru tartmanın ve bize bunu emreden namazımızın Mekke toplumunda karşılığı nedir? ‘Yaşanan sorunlarla vahyin ıslah gücünü buluşturabilme olayı’dır. İşte tertil bu oluyor. Marufu emretmek münkerden sakındırmak eylemliliği bunun zeminini oluşturuyor. Rabbimizin ‘git ona anlat’ ve onlardan ‘en güzel şekilde ayrıl’ diye tanımladığı yöntemi hayatımızın tümüne etkin kılabilmek. Tam da yitirdiğimiz şey bu oluyor.
İmtihan sürecinde dün bugün ayrımı yok, dün üretilemeyeni bugün üretmek zorunluluğumuz vardır. Kur’ani bilinç olgunlaştıkça nefislerde olanı değiştirme eylemi gerçekleşecektir. Bu değişim bizleri Kuran’ın sahih aydınlık yoluna sokacaktır. Ümmet bu dirilmeyle var olacak bir araya gelecektir. İslam ümmeti olarak 1. Dünya Savaşında tüm coğrafyası işgal edilmiş, zaafa uğramış düşkün bir haldeydik. Emperyalistler ayrılırken moralmen çökmüş, bilincini yitirmiş ümmeti ulus devletlere ayırarak gittiler. Bugünlerde adından bahsedilen Arap Birliği 22 tane Arapça konuşan topluluktan oluşuyor. Bu bir çözülme, acziyet durumu. Biz Müslümanlar ne yapacağız sorusuna cevap aramamız gerekiyor. T.C. kurulurken kurucu paradigma dedelerimizin ninelerimizin içlerine sindiremediği bir algı ortaya koymuştu. M. İslamoğlu 'Kıyamlar Tarihi ‘kitabında 60 tane il ve ilçede; hilafetin kaldırılması, şeriat kanunlarının iptal edilmesi, medreselerin kapatılması, Kur’an ve eğitim dilinin ve yazısının yasaklanması, kanunların İtalya, Fransa ve Almanyadan olduğu gibi iktibas edilmesi karşısında büyük bir itirazın ve kalkışmanın yaşandığından bahsediyor. Sadece Şeyh Sait isyanında 40 bin insanın katledildiği, yüzbinlercesinin sürüldüğü bir dönemden geliyoruz. 45’li yıllarda toplumun gücünün tükendiği, camilerin ahır yapıldığı, belki yeniden camilerimize kavuşuruz, hacca gidebiliriz, çocuklarımıza Kur’an öğretebiliriz amacıyla Türk kimliğine sığınmak zorunda bırakılmış insanların çocuklarıyız. Bizler, pagan 5 bin yıllık, 7 bin yıllık Türk ulusu tanımları karşısında daha ehven bulup içinde din de var belki daha rahat ederiz diyerek; milli dindarlığa razı edilmiş, bin yıllık şanlı tarihimiz masallarıyla uyutulmuş dönemlerden geliyoruz.
İşte 70’li yıllardan sonra kavramlarımızı öğrenmeye başladık. Tevhid, Hicret, Şura dergilerinin de katkısıyla aşılmaya çalışılan sağcı, devletçi, milliyetçi adlandırmalardan arınıp sadece müslümanlarız diyen bir çizgiyi geliştirmeye inşa etmeye çalışan bir dönemlerden geliyoruz. Bu çerçevede bizi etkileyen en önemli saik Cemaleddin Afgani'nin Urvetül Vuska gayreti olmuştur. Önemli bir hamleyi de Seyyid Kutub ‘Yoldaki İşaretler’ kitabıyla yaptı. ’İslam'ın hakim olmadığı toplum İslam toplumu değildir, cahiliye toplumudur’ tespitiyle zihinlerde inkılaba yol açmıştır. Esasen Seyyid Kutup burada toplumu tekfir etmiyor, bir tespitte bulunuyor. O, bu toplumun içinde kendisinin de yaşadığını söylüyor. Toplumun tüzel kişiliğinin İslam olmadığını söylüyor. Bugünkü modern paradigma ırkçılık yaklaşımlarında bu toplumu kürt-türk diye ikiye ayırmış durumda. Bugün Kürtçü yaklaşımlar da tezleriyle seküler modern batıcı bir eksende yer almış oluyorlar. Bu yaklaşım batılılar nezdinde islama karşı türk ulusçularıyla paralel bir yaklaşımı ortaya koyuyor.
Peki bunlar karşısında bizim önceliğimiz ne olmalıdır? Tüm bu olanlar karşısında geleneksel kesimin verdiği tepki yasaklar ve baskılar karşısında içine kapanan, kahhariye çeken, beddualar eden bundan başka yapacağı bir şey olmayan bir durum ortaya koyuyor. Cemaatlerin çokluğu ifsadı önleyemiyor. Oysa insanları zulumattan aydınlığa çıkaran insanlığı şirkten , küfürden, fahşadan arındırıp yeniden vahiyle buluşturan kitabımız elimizdedir. Yeniden kuran neslini inşa etmeliyiz . Kuran nesli sadece neseb bağıyla oluşan bir beraberliği kapsamıyor. İnsanın yakınlarını uyarması, ailesinden başlayan ve gayret ederek toplumsallaşan şahitliğe dönüşen ümmet olma evrelerindendir. Aile yakınlarımızın yer aldığı en yakın çevremiz ilk halkamızdır. Rasullerin sünnetine baktığımızda yakınlığın bir iltimas sağlamadığını, imtihanın değişik vecheleriyle devam ettiğini Kuran bize anlatıyor. Aile imtihan aracıdır, aile içinde kaybedilen çocuklar babalar anneler de olabilecektir. İbrahim'i , Nuh'u düşünelim; zürriyetimizin Kuran'ı ve salatı koruması tercihlerimizle ikame olan bir husustur. Müminler kardeştir, bizim birlikteliğimizin vasfı ’iyyake nabüdü ve iyyakenestain’ bilinciyle bir araya gelmiş iyilik erleri ve her türlü kötülükten men eden kardeşlerimizin inanç beraberliği olacaktır. Seyyid Kutup yeniden Kuran neslini inşa edelim buna göre eğitimimizi ve şahsiyetimizi düzenleyelim bağımsız, sadece Allaha yönelmiş bireylerden bir nesil inşa edelim diyor. Oysa karşı tarafa sığınarak var olabilen, namaz kılalım, Kuran okuyalım bize yeter diyerek milli dindarlık çerçevesinde bir Türkiyecilik üretiliyor. Öyle hayaller kuruluyor ki umut olacaksa Türkiye liderliğinde olacak yahut şartlar müsaade ederse İslam gelecek gerekçelerine sığınma durumu! ‘Türkiye şartları’ sanki vahiy!
İslam dışı uygulamalar her biri aynıdır ve ‘şartlar’ gerekçe olarak sunulamaz. Bir yandan kimliksizlik ön plana çıkarılıyor, diğer taraftan acelecilik, tez elden devleti ele geçirme hayalleri! Sünnetullaha uymayan iki yaklaşım, her şeyden önce ıslah ve inşaya dayalı bir dönüşümün olması gerekmiyor mu?Bilinç intifadası geliştirmemiz gerekiyor. Şahsiyetimizi geliştirmeden Kuran nüveleri oluşmayacak, Kuran nüvelerini oluşturmamız için sağlıklı halkalar olmamız gerekiyor. Bu toplumu vahiyle uyarabilecek bir model üretebildik mi? Oysa bu modeli oluşturabilecek birikimlerimiz vardı. Kimi atıl köşesine çekilmiş, bir kısmı acelecilik kurbanı, bir kısmı kendini entelektüel manada yetiştirecekti, üstat olacaktı, diğer herkes ondan soracaktı. . yıllardır yüzlerce insan yetişti ama tüm bu çabalar bireysel mükemmeliyeti savunan yaklaşımlarla heba edildi. Oysa tüm bu konuların istişare edilmesi gerekir, rasul ve rasulle beraber olanlar buna örnektir. Bugün üstad olacağım diyen bu insanların büyük bir kısmı istikamet üzerinde bile değiller. Dün Kuran diyen, enel-hakka şirk diyen bu kişiler köşe yazarı üstat olmuşlar, Muhittin Arabiden enel-haktan bahsediyorlar. Yahut bir kısmı Kuran bilgisi çok iyi olmasına rağmen Kuranın yapısını tartışıyor, Kuranın metni evrensel midir mahalli midir? vs hiçbirinin şahitliği tanıklığı yok bu insanların. Tıpkı kelimeleri yerlerinden değiştiren yahudiler gibi spekülasyon yapıyorlar, önceliklerini kaybetmişler. İslami şahsiyetlerin bir kısmı yan gelip yatmış, bir kısmı sorumluluklarını yerine getirmemiş, bir kısmı gerçekten bir şeyler yapma arayışı içindeler. Oysa birikimimizi doğru değerlendirip eksiklerimizi görmemiz ve bunları giderebilme çabası içerisinde olmamız gerekiyor. Hayat boşluk kabul etmiyor. Önceliklerini yitirmiş bu insanların önlerindeki boşluğu türkçülük, derin anadolu telakkisi, bin yıllık tarih fikriyatı doldurabiliyor. Dün aştığımız şairleri, üstadları, eklektik fikir babalarını yeniden okuyalım diyebiliyorlar. Yani yeniden gelenekçi, münzevici, enelhakçı, türkçü, vatancı , bölgeci , mefkureci anlayışlara özendirmeye çalışıyorlar. İttihak terakki ve Mustafa Kemalin yarım bıraktığı, müslümanları ulusçuluğa alıştırma seanslarına hizmet etmiş oluyorlar. Burada ıslah anlayışımızı irdelememiz gerekiyor. 1. İslama ilgi duyan insanlar için bir tebliğcinin özellikleri ne olmalıdır?Kadın erkek çocuklarımızla takip edeceğimiz tebliğ ve eğitim anlayışımız ne olmalıdır?Abduh bir tebliğcide olması gereken vasıfları şöyle anlatıyor a)Usül bilgisi tam olacak b)Yaşadığı toplumu tanıyacak c) Tarihi bilecek d)Hitabet ve diyaloğu bilecek e) Siyaseti bilecek. 2)Bilgiyi amelleştirebiliyor muyuz? Kuran ahlakıyla ahlaklanıyor muyuz?. Çevremizde tutarlı istişari nitelikleri olan insanlardan mıyız?
Müslümanlar arasında işler istişareyledir. ’Allaha rasulüne ve sizden olan emir sahiplerine; ulül emirlere itaat edin ‘deniliyor. Kuranda devlet olunuz şeklinde bir emir yoktur. Ümmet olmamız emredilir. Tüm peygamberler alttan yukarıya doğru bu tedric yöntemini uygulamışlardır. Sorumluluğumuz marufu emretmek münkerden sakındırmaktır. Bizler için işlerimizde fikirlerine danıştığımız, model aldığımız kimseler ulül emirlerdir. Bugün bizler modernizmin, kapitalizmin , tüketim çılgınlığının, bireyciliğin, nefislerin azgınlığının ve her türlü boşvermişliğin istilasına uğramadan istişareyi bırakmama , öğüt alıp verme mekanizmasını sürdürme konusunda ısrarcı ve kararlı olmalıyız. Tepeden inmecilikten(revolation) uzak tedrici gözeten alttan yukarıya yöntemini benimseyen her daim, hakkın hakikatın tanıklığını yaygınlaştırmalı halkaları birbirine geçirmeliyiz. Bugün arap kardeşlerimizin intifadası bize başından beri büyük dersler sunuyor. Geçen yılki Gazzenin bombalanması esnasında bu kardeşlerimiz öfkelerini ifade edememişler, edenler zindana atılmışlardır. Bu değişimin arkasında bunun da etkisi var. İhvan tüm arap aleminde yetmiş senelik tecrübeye sahip bir harekettir zaman içinde sürgünle, hapisle sınanmıştır. Kimi zaman gizliliği kimi zaman devletle iş yapmayı, demokrasiyi, silahlı yöntemi hepsini denemiştir. Bugün meydanlarda küçük halkaların birbirleriyle olan irtibatları cami ve cuma örgütlenmeleri ihvanın gücünü sokakta belli etmiştir. Bugün Mısırda müslümanlar hayatın değişik alanlarında etkin ve güçlüdürler. Baro seçimlerinde, odalarda ve bürokraside ihvanın gücü aşikardır.
İçinde yaşadığımız toplumun imkanlarını değerlendirmeliyiz. Bugünkü siyasal konjonktür müslümanlara imkanlar sunmaktadır. Bu ülkede eskiye oranla vesayetçi rejimin geriletilmesi, başörtüsünde mesafe alınması, işkencenin kalkması fikir özgürlüğünün genişlemesi imkanlar dahilinde değerlendirilmelidir. Kısaca’ duble yolların varlığı İbrahimlerin tanıklığıyla tertil edilmelidir.