Barışın felsefi, dini ve sosyolojik temelleri üzerine: Tarihsel sorumluluk ve ahlaki bir zorunluluk

CUNDULLAH AVCI

Tarih boyunca insanlık, barış ve çatışma arasında sürekli bir salınım içinde olmuştur. Savaşların ve toplumsal gerilimlerin dönüştürücü gücü olduğu kadar, medeniyetleri aşındıran yıkıcı bir yönü de bulunmaktadır. Ancak felsefi, dini ve sosyolojik metinler incelendiğinde, hakiki bir barışın sadece savaşın yokluğu değil, adaletin tesis edildiği, hakların korunduğu ve insanın öz değerine saygının esas alındığı bir durum olduğu görülmektedir.

Yapılan son açıklamalar yalnızca güncel politik mesele olarak değil, daha geniş bir perspektifte insanın tarihsel ve ahlaki sorumluluğu bağlamında ele alınmalıdır. Silahların bırakılmasına ilişkin vurgu, çatışmanın getirdiği yıkımın bilincine varılmasını, yeni bir diyalog zemininin inşa edilmesini zorunlu kılmaktadır. Bu bağlamda, "barış" kavramının etik, metafizik, sosyolojik ve siyasal temelleri üzerine yeniden düşünmek elzemdir.

İlkel topluluklar ve hayvanlar incelendiğinde toplumun oluşması ve toplum içerisinde bir yöneticinin bulunması gerektiği açıktır. İlkel topluluğun ilk aşaması olan ev halkı içinde evin yönetimi için bir aile reisinin bulunması gerektiği ve bu aile reisinin kanunları ile evin yönetiminin gerçekleştiği, ailenin büyümesi ile klanların oluştuğu ve bu kan bağı ile birlikte klan içerisinde yaşayan en yaşlı üye tarafından klanın yönetildiğini tarihi verilerden öğrenmekteyiz.

Siyaset felsefesinin en büyük sorunlarından biri devlet aracılığıyla mutluluğun nasıl elde edilebileceği tartışmasıdır. Ferdi mutluluktan ziyade, toplumsal mutluluğun nasıl gerçekleşeceği tartışması, doğal olarak siyaset felsefesini de ilgilendirmektedir. Çünkü toplumlar birer devlettirler. Devlet iyi bir amaçla kurulan bir insan topluluğudur… Tüm insanlar eylemlerinde iyi denilen şeyi yapmaya çalışırlar. Devlet denilen şey aslında bir topluluktur ve bu topluluk siyasaldır. Devletlerin ve de insanların temel amacı iyi bir biçimde yaşamaktır. Topluluğun oluşturulma nedeni bu iyi yaşamı sağlayabilmektir.1

1. Sosyolojik Perspektiften Barış: Toplumsal Değişim ve Dönüşüm

Sosyoloji, bireylerin ve toplumların tarihsel süreç içinde nasıl değişip dönüştüğünü inceler. Bu bağlamda barış, yalnızca siyasal ya da hukuki bir süreç değil, aynı zamanda toplumsal normlar, kolektif bilinç ve kültürel yapıların değişimiyle doğrudan ilişkilidir.

Durkheim ve Kolektif Bilinç: Barışın Toplumsal Temeli

Emile Durkheim, toplumları "mekanik dayanışma" ve "organik dayanışma" olarak ikiye ayırır. İlkel toplumlarda insanlar ortak değerlere ve kimliklere sıkı sıkıya bağlıdır (mekanik dayanışma), modern toplumlarda ise iş bölümü ve çeşitlilik nedeniyle dayanışma farklılaşır (organik dayanışma). Barışın sağlanması, toplumun hangi dayanışma türüne sahip olduğuna bağlıdır.

Durkheim’e göre toplum kolektif bilincin bir ürünüdür. Eğer bireyler ortak bir ahlaki çerçeve içinde birleşirse, çatışmaların yerine uzlaşma ve dayanışmanın alacağını ifade eder.

Türkiye’de ve Ortadoğu’da çatışmaların tarihsel kökenlerine bakıldığında, etnik, dini ve mezhepsel aidiyetlerin güçlü olduğu, mekanik dayanışma ile şekillenmiş toplum yapılarının bulunduğu görülmektedir. Bu tür toplumlarda farklı kimliklerin uzlaşması, ancak kolektif bilincin yeniden inşasıyla mümkündür. Son açıklamalarda bu bağlamda, barışın sosyolojik bir dönüşüm gerektirdiğini göstermektedir.

Max Weber, modern toplumların meşruiyet temellerini üçe ayırır:

1-Geleneksel otorite (geçmişe dayalı yönetim)

2-Karizmatik otorite (liderin kişisel gücü)

3-Rasyonel-legal otorite (hukuk ve kurallar üzerine kurulu düzen)

Barış sürecinin başarısı, devletin otoritesinin hangi temele dayandığıyla doğrudan ilişkilidir. Eğer bir devlet sadece geleneksel ve karizmatik otorite ile yönetiliyorsa, toplumsal dönüşümü sağlamakta zorlanır. Rasyonel-legal otoritenin yerleşmesi, hukukun üstünlüğünün sağlanması ve çatışmaların müzakere yoluyla çözülmesi için şarttır.

Çatışmanın sona ermesi için bir lider figüründen ziyade, kurumsal bir barış mekanizmasına duyulan ihtiyacı da vurgulamaktadır. Bu bağlamda Weberci perspektif, barış sürecinin kalıcı olması için devletin yapısal reformlara yönelmesi gerektiğini gösterir.

Pierre Bourdieu, toplumda sembolik iktidarın önemine vurgu yapar. Ona göre, iktidar sadece ekonomik veya siyasal güç ile değil, kültürel ve dilsel hâkimiyetle de sağlanır.

Bourdieu’ya göre hâkimiyet, sadece fiziksel baskı ile değil, zihinsel ve kültürel süreçlerle de sürdürülür.

Türkiye’de ve Ortadoğu’da barışın sağlanabilmesi için, sadece silahların bırakılması değil aynı zamanda eğitim, medya ve kültürel temsil biçimlerinin barışçıl bir dil oluşturacak şekilde dönüşmesi, toplumsal uzlaşının temel koşullarındandır.

2. Dini ve Felsefi Açıdan Barışın Sosyolojik Boyutları

İslam düşüncesinde barış, bireysel ve toplumsal huzurun temelidir. Kur’an’da, fitnenin (bozgunculuk ve zulüm) ortadan kaldırılması gerektiği sıkça vurgulanır ve bu, bazen savaşın kaçınılmaz hale gelmesini de beraberinde getirir. Ancak nihai hedef her zaman barıştır:

“Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de ona yanaş ve Allah’a tevekkül et.” (Enfal 8/61) emri Müslümanların nasıl davranması gerektiğini açık bir şekilde göstermekte asıl olanın barış olduğunu vurgulamaktadır. 

İbn Haldun, Mukaddime’de toplumların yükselişi ve çöküşü üzerine yaptığı analizde, toplumsal dayanışmanın (asabiyye) zayıfladığı toplumların barışı sürdüremeyeceğini ve bir toplumun varlığını sürdürebilmesi için, ortak değerler ve dayanışma bilincinin güçlü olması gerektiğini belirtir.

Sosyolojik açıdan bu düşünce, barış sürecinin sadece siyasi aktörler tarafından değil, toplumun tüm kesimleri tarafından sahiplenilmesi gerektiğini göstermektedir. Aksi takdirde, sadece kısa vadeli ateşkesler sağlanabilir, ancak kalıcı bir barış mümkün olmaz.

Weber’in rasyonel otorite kavramı ve İbn Haldun’un asabiyye teorisi birlikte ele alındığında, çatışmaların sona ermesi için güçlü bir hukuki yapı ve toplumsal dayanışmanın aynı anda inşa edilmesi gerektiği anlaşılır.

Felsefe tarihinde barışın iki temel boyutu öne çıkar: Birincisi, bireyin iç dünyasında huzur ve ahenk (Eudaimonia) arayışı; ikincisi, toplumsal düzlemde adaletin ve uzlaşının hâkim olduğu bir düzenin inşasıdır.

Aristoteles, Nikomakhos’a Etik adlı eserinde erdemli yaşamın ancak bir düzen içinde mümkün olabileceğini ve adaletin barışın temel taşı olduğunu belirtir:

“Adalet olmadan hiçbir topluluk uzun süre ayakta kalamaz; çünkü haksızlık düzeni bozar ve anlaşmazlık doğurur.”

Kant, Zum Ewigen Frieden (Ebedi Barış Üzerine) adlı eserinde, barışın ancak ahlaki temellere dayalı bir hukuki düzen içinde sürdürülebilir olduğunu söyler:

“Gerçek barış, stratejik ateşkeslerin ötesinde, insan onuruna dayanan bir hukukun üstünlüğüyle sağlanabilir.”

Hobbes ise Leviathan’da, insanın doğal halinin kaotik ve güvensiz olduğunu, ancak toplumsal sözleşme yoluyla düzenin ve barışın sağlanabileceğini savunur. Ona göre, "insan insanın kurdudur" (homo hominilupus) ve çatışmanın sona ermesi, güçlü bir yönetim ve hukuki mekanizmalar ile mümkündür.

Ancak Rousseau, Toplum Sözleşmesi'nde farklı bir bakış açısı sunar:

“İnsan özgür doğar ama her yerde zincire vurulmuştur.”

Bu ifade, barışın tesis edilmesi için özgürlüğün ve adaletin güvence altına alınması gerektiğine işaret eder.

Konfüçyüs, LunYu (Konfüçyüs’ün Konuşmaları) adlı eserinde, barışın adalet ve ahlaki erdemlerle mümkün olacağını vurgular:

“Erdemli bir yönetici, toplumu zorla değil, adaletle yönetmelidir. Gerçek barış, bireylerin iç huzurundan toplumsal uyuma ulaşan bir süreçtir.”

Taoist düşünür Laozi, Tao Te Ching’de savaş ve çatışmanın insan doğasına aykırı olduğunu ifade eder:

“Savaşın kazananı yoktur; çünkü gerçek zafer, çatışmanın önlenmesidir.”

İbn Haldun ise Mukaddime’de, toplumların yıkıcı çatışmalar içinde uzun süre varlıklarını sürdüremeyeceğini ve barışın ancak adaletin hâkim olduğu bir sistem içinde sağlanabileceğini belirtir. Ona göre:

“Devletlerin çöküşü, adaletten sapmalarıyla başlar. Zulmün olduğu yerde dirlik ve düzen olmaz.”

İslam felsefesinde barış (sulh), adalet (adl) kavramıyla iç içedir. Kur’an’da "fitne"nin (bozgunculuk ve zulüm) ortadan kaldırılması gerektiği sıkça vurgulanır ve bu, bazen savaşın kaçınılmaz hale gelmesini de beraberinde getirir. Ancak nihai hedef her zaman barıştır.

Farabi, ideal devleti tarif ettiği el-Medînetü’l-Fâzıla adlı eserinde, bir toplumun barış içinde olabilmesi için yöneticilerin hikmet sahibi olması gerektiğini savunur. Ona göre:

“Gerçek mutluluk, bireylerin ve toplumun adil bir düzen içinde yaşamasıyla mümkündür.”

İbn Haldun, Mukaddime’de barışın toplumun dayanışma ruhuyla bağlantılı olduğunu söyler:

“Devletlerin çöküşü, adaletten sapmalarıyla başlar. Zulmün olduğu yerde dirlik ve düzen olmaz.”

İbnRüşd, akıl ve hukukun barışın temel taşları olduğunu savunarak şöyle der:

“Akıl ile hakikat, insanları en yüce olana ulaştırır. Savaş, ancak cehaletten doğar.” (Tehâfüt et-Tehâfüt)

Gazâlî, İhya-u Ulûm’id-Dîn adlı eserinde barışın bireysel ve toplumsal ahlakın bir yansıması olduğunu belirtir:

“Kalbi selim olanın eli de selim olur; eli selim olanın dili de selim olur. Barış, bireyin iç dünyasında başlar.”

Bu düşünceler, İslam felsefesinde barışın temelinin adalet, hikmet ve akıl olduğunu gösterir. Bu bağlamda, barışın sadece politik değil, ahlaki ve epistemolojik bir boyut içerdiği açıktır.

Sonuç: Barış Ahlaki Bir Zorunluluktur

Barış, sadece bir strateji değil, aynı zamanda ahlaki bir zorunluluktur. Kant’ın ifadesiyle:

“İnsan onurunu korumayan hiçbir siyasi düzen meşruiyetini sürdüremez.”

Farabi’nin, İbn Haldun’un ve Gazâlî’nin vurguladığı gibi, barış ancak adaletin varlığıyla sürdürülebilir. Batı ve Doğu felsefesi de aynı noktada birleşir: Adalet olmadan kalıcı bir barış imkânsızdır.

Son gelişmeler "çatışmadan müzakereye geçiş" sürecinin felsefi ve etik çerçevede nasıl ele alınması gerektiğine dair önemli bir tartışmayı da beraberinde getirmektedir. Türkiye’nin ve bölgenin geleceği açısından bu sürecin nasıl yönetileceği, tarafların tarihsel sorumluluklarını nasıl yerine getireceği ve adaletin nasıl tesis edileceği belirleyici olacaktır. Ancak net olan bir şey var: Barış, yalnızca bir tercih değil, aynı zamanda bir zorunluluktur.

 

1- Cündüllah Avci, ”İslam'da Adâlet Anlayışı ve Farabi’nin İnsanın Mutluluğu ve Siyaset Arasındaki

İlişkinin İdeal ve Reel Siyaset Bağlamında Değerlendirilmesi” https://www.bilsam.org/yazifile/FC094B32-B80A-46C7-A132-5DB9EF938018.pdf