secakirgil@yahoo.com
Yazının başlığındaki ’Barışı yok eden barış’ deyimi, Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren ve Paris’deki Versailles Sarayı’nda imzalandığı için o sarayın adıyla anılan andlaşma için kullanılan meşhur bir deyimdir, diplomasi literatüründe..
Hatırlayalım, 100 yıl öncesinin o korkunç ilk Dünya Savaşı, Avrupa devletlerinin ve halklarının boğuşması olarak çıktığı ve milyonları erittiği ve geride baştan başa yıkılmış harab bir kıt’a bıraktığı ve arkasından da 20 sene sonralarda, ilkinden daha da tahribkâr ikinci bir Dünya Savaşı’nı kaçınılmaz olarak ortaya çıkardığı ve en başta da Avrupa kıt’asını eskisinden de daha harab bir şekilde yakıp yıktığı, kavurduğu ve onmilyonları öldürdüğü halde..
Sonunda, tampon bölge mahiyetinde bir takım yeni devletçikler icad edilse ya da, sınırlar şu veya bu şekilde değişse de ülkelerin ana yapısı korunmuştu. Nitekim, Birinci Dünya Savaşı, yenilgiye uğrayan taraftan Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparotorlukları’nı, Rusya Çarlığı’nı ve 300 yıllık Romanoflar Hanedanı’nı vs.’yi söndürdüyse de, onların yerinde, Almanya, Avusturya, Macaristan ve Rusya ülkelerinin ana gövdeleri yine de kalmıştı ve o ana gövdelerini bugün de yine korumaktalar. Çünkü, akarsular, kendi tabiî yataklarını bir takım zorlamalara rağmen, sonunda yine bulmaktalar.
Ama, Osmanlı Devleti’nin binası ise, temelden darmadağın edilmiş ve yığınla devlekçikler icad edilip, onların başına birer kukla yöneticiler kondurulmuş, o parçacıkların yüzlerce yıllık birlikteliklerinin ortak hatırasının silinmesi ve ortaya, geçmişe aid bütün bilgilerin ve değerlerin silindiği yeni ve boş bir sosyal hafıza, bir ‘tabula rasa’ tablosu çıkarılması için elektro-şok mesabesindeki kanlı devrimler yapılmış, dârağaçları çalıştırılmış, 500 yıldan fazla birlikte yaşayan hele de müslüman halklar yapmacık şekilde oluşturulan bir takım ulusal kaygu ve menfaatler adına birbirlerine yan bakar ve hattâ düşman hale getirilmişlerdi. Düşünülem ki, sadece Arab Birliği denilen ve uluslararası diplomaside de, arab ülkelerinin iç mes’ele ve siyasetlerinden de ciddî hiçbir bir etkisi olmayan, ismi büyük kuruluşa üye ülke sayısı 25’i bulmakta ve onların hemen herbirisi de birbirine düşman halde tutulmaktadır.
*
Ki, uluslararası entrikalarla, emperyalist emel ve planlarla oluşturulan o zoraki yapı, müslüman coğrafyalarının kalbi mesabesinde olan ve son yüzyıldır Ortadoğu diye anılan coğrafyanın tabiî rayına oturmaması için, bu bölgenin yine emperyalist emel planlar gereği, devamlı yeni entrikalarla hâlâ da bir yangın yeri görünümünden uzaklaşmaması için, yeni entrikalarla devamlı karıştırılmaktadır.
*
Ve bugün, bu bölge, her zamankinden daha da karışık bir durumdadır.
Ve sionist İsrail rejimi, 60 yılı aşkın bir zamandır, başta B. Amerika olmak üzere bütün emperyalist güçlerin tam desteğini arkasına alarak Filistin’de onbinleri, yüzbinleri katlettiği ve Filistin halkını yerinden yurdundan göçe zorladığı ve yarım asırdan fazla zamandır çadır kentlerde, kamplarda yaşamaya mecbur bıraktığı ve işgali altındaki Filistin topraklarında kalanları ise, en zâlimâne usûllerle sindirmeye çalıştığı halde.. Bütün bu yapılanlar o emperyalist güçler tarafından İsrail’in yaşama hakkını güven altına almasının kaçınılmaz ve tabiî neticesi olarak karşılanırken..
Irak ve Suriye rejimlerinin içinde bulundukları büyük buhranlarının durumundan faydalananlar ve onların zulümlerinini de neticesi olarak da bir halk patlaması ve desteği şeklinde de ortaya çıkan çeşitli silahlı direniş hareketleri arasından özellikle IŞİD/ DAİŞ diye bir mücadele grubu ortaya çıkınca.. Hemen bütün emperyalist odakların dünya kamuoyuna birinci mes’ele halinde sunduğu bu DAİŞ direnişini yoketmek için ortak askerî operasyonlar yapması ve bağımsız denilen devletlerin kara ve hava sahalarında diledikleri yerleri ağır bombardımanlarla yakıp yıkması ve kendileri dışındaki nice ülke ve rejimleri de kendi siyasetlerine uygun bir tavır takınmaya zorlamaları, üzerinde derin derin düşünülmesini gerektiren bir durum değil midir?
Hatırlayalım ki, IŞİD/ DAİŞ ismiyle ortaya çıkan güç odağı veya örgüt, özellikle de Irak’ın Musul ve Suriye’nin Rakka şehirlerini ve 200 bin km. kareden fazla bir toprak parçasını kontrolüne aldıktan ve Hilafet Devleti’ni ilan ettikten sonra.. En başta, diplomasi ve uluslararası hukuk açısından kendisi de bir katolik din devleti olan Vatikan’ın Devlet Başkanı statüsünde bulunduğunu hatırlamazlıktan gelen Papa Françis, ’Atatürk’ün 1920’li yıllarda kaldırdığı Hılafet’in yeniden kurulmasına, ihyasına asla müsaade edilemez..’ demekten kendisini alamamış ve arkasından Amerikan Başkanı Obama da, ’21. Yüzyılda İslam Devleti kabul edilemez..’ diye, Papa’nın sözlerini pekiştirmişti.
Halbuki, müslümanların kendi iradeleriyle nasıl bir yönetimi oluşturacaklarından sana veya kime neydi, Papa cenabları ve Obama ekselansları?
*
Şimdi, isimlerden bile korkarak başlatılan bu topyekûn saldırı, niye?
Kaldı ki, daha önce de yığınla ’İslam Devleti veya Cumhuriyeti’ ismini taşıyan yığınla devlet varken, yeryüzünde.. Resmî isimleri, ’Pakistan İslam Cumhuriyeti, İran İslam Cumhuriyeti, Moritanya İslam Cumhuriyeti..’ gibi isimler altında başka ülkeler ve de, Hılafet Devleti ismini taşıyan nice hareketler ve cemiyetler geçmişte de görülmüş ve bunlar karşısındaki önleyici tedbirleriniz sınırlı şekilde kalmış iken..
Bu IŞİD / DAİŞ nedir ki, veya ne oldu da, böylesine, korkunç ve hiç bir sınır tanımaksızın, müdahale etmek hakkını kendinizde buluyorsunuz?
Evet, yeni bir dünyadayız.. Yine kendilerince, güçlü ve zorba devlet ve odaklarca insanlığa dayatılan klasik hukuk kurallarının ve uluslararası hukuk ölçülerinin pabucunun dama atıldığı, yeni bir dünya..
Kaldı ki, bugün sözkonusu IŞİD/ DAİŞ gibi mücadele örgütlerinin dünyaya verdikleri mesajlar ve yaydıkları dehşet manzaraları karşısında, bir taraftan İslam’ın ilkel ve korkunç bir din gibi gösterilmesi hedefi gözleniyor; diğer tarafdan, Obama ve benzerlerinin ağzından, sık sık, ’Mücadelemiz, asla İslam’la değil, onu saptıranlarla, çarpıtanlarla..’ şeklindeki ‚avanak avcılığı’ taktiklerini işitmekteyiz..
Ortaya çıkan tablo şu: Komünizmin ideolojik ve politik planda ve dünya çapında ciddî bir rakib kalmadığını gören kapitalist emperyalizm dünyası ve onların dünya çapındaki yamakları, İslam’ın bir inanç sistemi olarak, o inanç sistemiyle beslenen müslümanların da bir sosyo-politik, kültürel, ekonomik veya askerî bir tehdid olarak karşılarına çıkma ihtimali olan güç odaklarına karşı bile, hayalî senaryolar düzenleyip, o ihtimalleri henüz bir tasavvur veya ruşeym /cenin halindeyken boğmak üzere, dünyayı velveleye vererek ve bütün müslümanlara gözdağı vermek istercesine korkunç saldırılar tertib ediyorlar.
Kaldı ki, başta Suûd rejimi olmak üzere, birçok rejimler ve güç odakları, bugün DAİŞ savaşçıları tarafından yapılan ve dünyaya korku veren uygulamalarının daha da fazlasını yüzyıldan beri yapmaktadırlar ve kendilerinin en sıkı-fıkı müttefiki olan bu ve benzeri rejimlerin insanları nasıl kitleler halinde kestikleri, sindirdiklerini kimseye gizli değilken..
*
O halde, Ortadoğu denilen coğrafyamızda, müslüman topraklarında tezgâhlanan bu oyunlar içinde, kuklalardan önce, kuklacıya görmek ve asıl onu vurmayı hedef edinmek gerekmektedir. Ve yığınla kuklacı vardır, bu coğrafyada..
Bu iltihablı odakta, dünyada veya bölgede sözsahibi olmak arzusu taşıyıp da eli bulunmayan hemen hiç bir ülke yokken, konuyu sadece bir-iki ülke ile sınırla sanmanın, sonunda bu bir-iki ülkeyi de birbiriyle vuruşturmak gibi bir şeytanî planı da güçlendireceği düşünülmelidir.
’Ortadoğu’da kimin eli kimin cebinde değil, herkesin eli herkesin cebinde..’
Yoksa, konuyu sadece Türkiye ve İran’ın veya birkaç diğer güç odağının işi zannetmek, bir diğer temel yanılgı olarak dönecektir, müslümanların üzerine.. Bugün, nicelerimizin Irak ve Suriye’de oynanan oyunların aslî aktörü olarak sadece bir-iki bölge ülkesi olarak görmesi ve göstermesi, tam da emperyalistlerin hayal hayalinin bir parçasıdır.
*
’Kanunların Ruhu’, müellifi 300 yıl önce böyle buyurmuştu..
Birinci Dünya Savaşı’nın acı meyvelerini, dünya çoktaaan çöpe attı, ama, müslüman coğrafyaları, hâlâ o savaş sonunda ekilen zehirli tohumların etkisinde..
Ve emperyalist güçler, dünya sahnesine müslümanların İslam inancıyla ve muttehid/ birlik içinde çıkmalarını önlemenin kendileri için nasıl bir büyük tehlike oluşturacağının korkusu içinde olup, bugün ellerinde imkan varken, her türlü entrikayı şimdiden tezgahlamak dikkatini bir kenara bırakmamaktadırlar. Ünlü fransız düşünürlerinden Montesqieu, emperyalist dünyanın hukuk anlayışının özünü de yansıtan, ’Kanunların Ruhu’ isimli eserinde, 300 sene öncelerde, ’gelecekte muhtemel bir düşman olarak karşına çıkacak olanları, henüz cenin halindeyken bugünden yok etmek, bir haktır..’ diyordu.
Müslüman coğrafyalarındaki entrikaları yok etmenin yolu, bu büyük nehri, tarihî ve tabiî yatağına döndürmeyi nasıl sağlayabileceğimize, bir takım emr-i vâkı’lerle, ’Biz yaptık oldu, geliniz bey’at edin..’ gibi oldu-bittilere prim vermeden; hür olarak ve sonucu da gönüllüce benimsemek için kafa yormak ve bu geleceğe rûhen hazır olmaktan geçecektir, herhalde..