Evet, YSK, adı Yüksek Sabotaj Kurulu’na çıkacak kadar sinirleri hoplatmakta.
Seçimden önceki vetoları yerel mahkemelerden döndü. Devletin gerektiğinde nasıl Montesquieu’ye rahmet okuyup Rousseaucu olabildiğini gösterdi. Hatta Cumhurbaşkanı YSK’dan önce kararı açıkladı.
Sonra önünde tonlarca başka vekilin dosyası varken Yargıtay’ın 2007’de Hatip Dicle’nin “Bu ateşkes fiilen geçersiz hale geldi. Ordunun operasyonları durmadığı takdirde onlar da meşru müdafaa haklarını kullanırlar, çatışmalar bu şekilde bugüne kadar geldi...” diyerek işlediği suçla (Bu sözlerde ne suçsa) ilgili dosyada mahkûmiyet kararını onayası geldi.
Seçim oldu.
Hatip Dicle 78 bin oy aldı. Dicle’nin avukatları cezayı Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nden aldıkları yine tarihî bir kararla Dicle’nin yattıklarına saydırdılar.
Tam herşey bitmiş derken YSK’dan yine sinirleri gerecek ama tam isabet bir karar.
Tam isabet çünkü Başbakan’ın balkon konuşmasından beklediği anayasa mesajını alıp ateşkesi uzatan Öcalan son avukat görüşmesinde şöyle demişti. “Son olarak Hatip Dicle konusuna değinmek istiyorum. Bırakılması ve Meclis’e gönderilmesi gerekiyor. Bırakılmaması büyük siyasi riskler taşır, bizim savunduğumuz barışçıl çözüme de darbe anlamına gelir.”
Ardından yanına, kör topal Kürt açılımı için bile zamanında “Türk sorunu çıkar” kampanyasını başlatmış Nuray Mert’i alan Ahmet Türk “Hapisteki arkadaşlarımız gelmezse biz de Meclis’e gitmeyiz” dedi.
Bu temayülü gören YSK’nın salı günü geceyarısına kadar çalışıp, Dicle’ye veto kararını çarşamba günü İmralı’daki Öcalan’la avukat görüşmesine yetiştirdi.
Bu kararın savaş isteyenlere karşı çözümü savunan Öcalan’ı zor durumda bırakacağı açıktı. Herhalde bunu gören “öteki devletten” birileri avukatlarının Öcalan’la görüşmesine izin vermedi.
Özetle Ankara’da “barış savaşları” tüm şiddetiyle sürüyor.
Sahi, İkinci Dünya Savaşı bile altı yıl sürmüşken tam adı düşük yoğunluklu savaş olan bu şey niye 30 yıldır bitmiyor ki sanıyorsunuz?
Her iki cephedeki bu kadar savaşkana karşı, ikna edici mağduriyet söylemleri arkasına saklanan tüm savaş gerekçelerine karşı inadına barışı savunacak gerçek barışseverler olmadığı için olabilir mi?
YSK’nın verdiği neredeyse tüm Türkiye’nin tepki gösterdiği bir karara misilleme olarak Tunceli’de iki polisi öldürerek mi gelecek barış?
Çok korktu YSK komplosunu hazırlayanlar bundan. Onları hiç hayal kırıklığına uğratmadınız. Tam da bunu yapmanızı bekliyorlardı zaten.
“Meclis’e gitmeyiz” demenizi, “Çözüm falan hayal” diye kestirip atmanızı, “Kürtlerin sabrını sınamayın” diye Türklerin sabrını sınayan açıklamalar yapmanızı.
30 yıldır savaş makinesi böyle çalışıyor bu ülkede. Her iki taraf da karşılıklı jetonları atıyor durmadan makinenin içine.
Savaş çıkarmak kolay. 30 yıldır süren savaşın sürmesi için gerekçe bulmak daha kolay.
Köprüde bir adamı öldürürsün dünya savaşı çıkar. Bir uçağı kaçırıp bir gökdelene çarptırırsın medeniyetler birbirine girer. Bir çocuk bir çocuğu döver iki mahalle birbirine girer.
Barış ise zor. Öcalan’ı asmaca oyunlarıyla, ardı arkası kesilmeyen komplolarla gelmeyecek barış.
“Barış olmazsa yakarız bu ülkeyi” tehditleriyle ise hiç gelmeyecek. Aşağı yukarı böyle bir şey diyor bazı BDP’liler.
“Bak barış benle yoksa çok fena döverim” seni gibi bir şey bu.
Hangi uluslararası konjonktüre, hangi güç dengesine güvenerek geliyor bu tehditler?
Bir milyon kişilik bir orduya karşı daha kaç Kürt genci dağlarda hayatını kaybedecek?
36 milletvekili, yüzlerce belediye, toplumsal güç, Türkiye’nin batısında hiçbir zaman olmadığı kadar moral destek, anlayış, kaç polis, kaç asker ölüsü eder? Tarihin en açık Kürt sorunu tartışmasını yapıyor Türkiye. Öcalan’la resmen görüşülüyor. Dünya dengeleri, bölgesel koşullar, şartlar barış için müsait.
Böyle bir konjonktürde YSK kararının misillemesi polis öldürmek midir? Dediğimiz olmazsa yakarız bu ülkeyi diye tehdit etmek midir?
Valla ben çok sıkıldım bu tehditlerden. Barış olsun diye yazdığımız yazıların “ya safsın, ya birilerin oyuncağı olmuşsun” muamelesi gördüğü, savaşı savunana “onurlu adam”, barışı savunana “işbirlikçi” muamelesi çekildiği, kötümserliğin “iyi niyetli”, iyimserliğin “kötü niyetli” bulunduğu bir ülke burası. Tehditle, şantajla, korkutarak gelecek barış gelmez olsun. Biraz daha savaşılır, bir ton adam daha ölür. O zaman anlaşılır belki barışın kıymeti. Ben barış için Türkleri de, Kürtleri de ikna etmeye çalışmaktan da çok sıkıldım. Buyurun, lütfen çekinmeyin....
Hatip Dicle’nin parmağı da acıdı Sayın Başbakan...
Hava Kuvvetleri Komutanı Cumhur Asparuk YSK’nın kararı için “Şeriatın kestiği parmak acımaz” demişti 2002’de. YSK AKP lideri Erdoğan’ın, okuduğu şiir yüzünden milletvekili olamayacağına karar verince. Hava Kuvveti Komutanlarının adının bilindiği, her işe maydanoz olabildikleri yıllardı...
O gün Erdoğan o komutanın havasını şu sözlerle almıştı: “Bunu kimler diyorsa, temenni ederim ki, bir de onlar kendi parmaklarında bunu denesinler. Bakalım, acıyor mu, acımıyor mu? Kesilen parmak acır. ‘Acımaz’ diyenler, kendi üzerlerinde denesinler, acıyıp acımadığını o zaman anlarlar.”
Bu sekiz yıl içinde aralarında Asparuk’un halefinin de olduğu generaller de öğrendi şeriatın kestiği parmağın acıtabildiğini.
Şeriat yine parmak kesti. Bu kez Hatip Dicle’nin parmağını. Acıdığını en iyi siz biliyorsunuz Sayın Başbakan. Teselli olmayacak mısınız?
yildirayogur@gmail.com
TARAF