Sorun, düşünmekte değil.
Ne düşünürseniz düşünün, düşünceden bir tehlike gelmez.
Sorun, düşünememekte.
Sorun, bizi düşünemez hale getirmelerinde.
Sorun, birçok şeyi hiç düşünmeden, tartmadan “doğru” kabul etmemizi sağlayacak bir şartlanmanın zavallı kurbanı olmamızda.
Önceki gün PKK’nın liderlerinden Duran Kalkan bir açıklama yaparak, “barışla ilgili görüşmelerin” Atatürk’ün ölüm günü olan 10 Kasım’da yapılmasına karşı çıktı.
10 Kasım’da barış konuşmalarının yapılmasının “provokasyon” olacağını söyledi.
Kalkan’ın sözlerini yazıişleri toplantısında tartışırken en doğru soruyu Kerem sordu.
“PKK, 10 Kasımlarda ateşkes mi ilan ediyor?”
Ya da ordu 10 Kasımlarda “operasyonları” mı durduruyor?
Benim bildiğim kadarıyla “10 Kasım’da savaşmak” konusunda bir hassasiyet yok.
Ama iş “barışa” geldi mi 10 Kasım hassas bir gün oluyor.
Neden Atatürk’ün ölüm gününde savaşılabiliyor da barışılamıyor?
Üstelik 10 Kasım’da “barıştan” konuşulmasını istemeyen sadece PKK değil, CHP ile MHP de bugün barış konusunda konuşulmasını “kışkırtıcı” buluyor.
Birbirine çok uzak gibi duran örgütlerle fikirler, savaş konusunda nedense aynı şekilde düşünüyorlar.
Bizim “devlet ideolojisinin” bir zırh gibi Türk politikacının da Kürt savaşçının da bilinçaltına geçtiğini görüyoruz.
Onlara göre, savaş “kışkırtıcı” değildir, barış “kışkırtıcıdır”.
Neşe Düzel’le muhteşem bir konuşma yapan tarihçi Cemil Koçak, bizim devletin ve toplumun “savaşla barış” konusundaki düşüncelerinin nasıl bir “ideolojiye” göre şekillendiğini çok iyi anlatıyor.
Yüz seneden daha fazla bir süreden beri ordu bazen gizli bazen açık biçimde iktidarını sürdürüyor.
Bu iktidarı sürdürebilmesi için daima “muzaffer” bir ordu olarak görülmesi, halkın saygısını askerî başarılarla da kazanması gerekiyor.
O yüzden biz “savaşları kaybettiğimizi” asla söylemiyoruz.
Okullarda, savaşları kazandığımızı ama “barış masasında” kaybettiğimizi öğretiyoruz.
Resmen yenildiğimiz Birinci Dünya Savaşı’nda “yenik kabul edildiğimizi” sanıyor çocuklarımız.
“Kahraman” askerler savaşları kazanıyorlar ama “hain” siviller barış masasında “vatanı” satıyorlar.
Bu tuhaf denklemde askerlerin “kahraman” olabilmesi için sivillerin mutlaka “hain” olması gerekiyor.
Başka türlü o kadar toprak kaybını açıklamak mümkün değil.
Tek iyi “barış anlaşması” Lozan.
Lozan’ı ve bu anlaşmada kaybettiğimiz toprakları haklı gösterebilmek için “kalleş emperyalistler” tarafından “yenik” ilan edildiğimizi söyleyip, “emperyalistleri” suçlayarak sürekli olarak “Sevr” anlaşmasını Lozan’la düzelttiğimizi söylemekten başka çare yok.
Lozan’ın da Sevr’in de, bizim ordunun Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmesinden kaynaklandığını ise hiç söylemiyoruz.
Askerin “saltanatını” sürdürebilmesi ancak bu “yalanlarla” ve tarihî çarpıtmalarla mümkün.
Bu ideolojik çarpıtma, sonunda “barışı” çok tehlikeli, çok korkulacak bir “sonuç” olarak gösteriyor bize.
Osmanlı’nın “yükseliş” dönemlerinde yapılan anlaşmalarda neden hiç “kandırılamadığımız” da tabii konuşulmayan konulardan.
Bu tablodaki en korkunç gerçek, daha çocukken okul sıralarında zihnen sakatlanarak düşünme ve sorgulama yeteneğimizi kaybetmiş olmamız.
Hiç düşünmeden, hiç sorgulamadan bize dayatılan “ideolojiyi” aynen benimsiyoruz.
O kadar benimsiyoruz ki bir PKK lideri bile 10 Kasım’da Meclis’te yapılacak barış oturumunu “provokasyon” olarak görüyor.
Bu inanılmaz “barış” korkusundan kurtulabilmemiz için tarihî gerçekleri öğrenmemiz, kaybettiklerimizi “masalarda” değil düpedüz savaş alanlarında kaybettiğimizi öğrenmemiz gerekiyor.
Bu gerçekleri bilmemiz bizim barıştan korkmamızı engelleyecek ve ordunun kurduğu sultayı sorguya açacak.
Bu yüzden barış aleyhtarı büyük bir propaganda var bu ülkede.
CHP ve MHP “Kürt barışına” karşı çıkarken aslında “devletin ideolojisinin” ve o ideolojinin dayandığı yalanların devamını sağlamaya çalışıyor.
Siz bu yalanları sürdürebilmek için çocukların öldürülmesini destekleyecek misiniz?
Barış konusundaki tavrınız, yalanlarla çocuklarınız arasında nasıl bir seçim yaptığınızı gösterecek aslında.
TARAF