“(İsrailoğulları) bu kez: 'Ey Musa! Onlar orada bulundukları sürece biz asla oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidip çarpışın, biz şurada oturuyoruz' dediler.” (Mâide, 5/24)
İslami kaygılar ve ümmetin maslahatı adına işin ucundan tutma sorumluluğu gelip çattığında tutumlar farklılaşabilmektedir. Kimisi usûlü içinde elini taşın altına sokar, tutarlı arayışlar içinde olur. Kimisi fıkhî ve kelâmî tartışmalarla kenarda kalmanın yollarını arar.
Muhakeme önemlidir; ama iş yapma niyeti yerine, laf üretme gevezeliği üzücüdür.
Ammî/sığ bir yaklaşım içinde rüzgâra göre yelken açanların ya da havanda su dövenlerin yanında, İslami hareket ve fikri tahkik usûlünü, ayrıca tartışma âdabını bilmeyenlerimizin nezaketsizlikleri çok daha üzücü ve rencide edicidir.
Bizler ilmi ve sosyal-siyasal konularda şura içtihadı ve şura yönetimi diyebileceğimiz rahmeti, tarihi süreç içinde yitirmiş bir ümmetin çocuklarıyız. Tüm çabamız, enkazdan yeniden doğrulabilmek için. Kitab’ın elinden yeniden tutabilmek, tertil fıkhıyla Muhammedi Sünnet’i yeniden canlandırabilmek, hayat mücadelesi içinde vahyin çocukları olarak âdil tanıklıklarımızla modelleşebilmek için…
Sevindirici niyetlerimiz var. “Dünya beşten büyüktür” sözü mesela… Ancak çağdaş dünya sistemine meydan okuyan bu sözün, söz balonuna dönüşmemesi için arkasını doldurmak gerekli.
Hoşlanmasalar da Batılı siyasi analizcilerinin teslim ettikleri gerçek, küresel kapitalist sisteme cevap verecek en önemli alternatifin İslam olduğu hakkındadır.
Değerler erozyonunun yaşandığı ve adil bir dünya arayışının kaçınılmaz olduğu küresel cahili bir dönemde, Müslümanlar fıtri ve vahyi değerlerini bütünsel olarak bir kez daha kavramalıdırlar (4/136).
Fıtratımızı okşayan, kalbimize dokunan ‘One Munite’ veya ‘Dünya beşten büyüktür’ sözleri çok önemli. Ama bu sözü söylemek de onu alkışlamak da yetmiyor; arkasını doldurmak gerekiyor.
Tabii ki edebiyatçıdan siyasetçiye kadar şura yeterliliğine ulaşmak ve katılımcı şura meclisleri oluşturabilecek hamleleri düşünmek, hedeflemek önemli.
Ancak hedefe giden yolda barikatların varlığı aşikâr.
Örneğin Türkiye. İsmi bile ithal. Dayanağı emperyal devletlerin dayattığı Lozan Anlaşması. Yürütücüleri Batıcı-Kemalist bürokrasi. Bizleri Kur’an’dan kopartmaya çalıştıkları gibi bir de NATO’ya tutsak kılmışlar. Ekonomisiyle, eğitimiyle, telkin edilen yaşam tarzı ve medyasıyla, yönetilme sahnesiyle hem içerden hem dışarıdan kuşatıldığımız bir vesayet.
Kelâmileşmiş tevhîdilik nutukları atmak yerine, cahiliyyenin barikatlardan bir tuğla sökmeye koyulmak veya -şu veya bu tarzda- zincirlenmiş ezilenlerin nefesi olmaya çalışmak çok daha fıtri ve İslami.
Musa (a)’ın kavmine “Allah’ın size yazdığı kutsal toprağa (Beytu’l Makdis’e) girin” dediği ve mücadele kapısının da gösterildiği halde (5/21-23) yan çizenler gibi, bugün de zor geçitler karşısında içtihadlarını veya ilmihallerini yenilemesi gerekenler, mazeret üretici laflara dalıyorlar.
Hanifler gibi temiz kalmak sanısıyla gündeme dâhil olmayanlar, Türkiye’deki sisteme öfkelenen gençleri, ya hududullahı gözetmeyen feda eylemcilerinin romantizmine sevkediyorlar, ya da İslami değerlerden yabancılaşmış çözülüşlerin akıntısına kaptırıyorlar.
Değişen şartlara karşı vahyi ölçülerle içtihadlarını veya ilmihalini yenilemeyen birikim, küflenmeye ya da yosun tutmaya mahkûmdur.
Ümmeti diriltme mücadelemizde tutsağı olduğumuz şartları aşmak, en azından geriletmek için fıkhî ve kelâmî tıkanıklığımızı, usûlî yüzeyselliğimizi gidermeye dönük en önemli çabalar, ıslah öncülerimizin ve hareketlerinin açılımlarıdır. Bu nedenle Afgani, Abduh, Rıza, Akif, Naim, El Benna, İbn Aşur, Mevdudi, Kutup, Borki, Gannuşi, Bedii gibi öncülerimizin çizgisini iyi kavramalı, zaaf ve eksikliklerini aşıp doğrularını geliştirebilmeliyiz.