Prof. Dr. Mazhar Bağlı / Açık Görüş
Bangladeş'teki isyan üzerine bir sosyolojik okuma
2017 yılında Bangladeş'in Ankara Büyükelçisi tarafından Bangladeş Zafer Günü kutlamalarına davet edilmiştim. Doğrusunu söylemek gerekirse yeryüzünde en ilgi duyduğum bir coğrafyanın tipik ülkelerinden birisinden gelen bu davete çok sevinmiştim. Öyle ki Sn. Büyükelçinin özel kalemini arayıp zafer günü yoğun olabileceğini ve uygun görürse tören gününden önce de kendisini ziyaret edip sohbet etmek istediğimi söylediğimde çok kısa bir sürede olumlu dönüş oldu.
Sohbete, dedesinin Hindistan, babasının Pakistan ve kendisinin de Bangladeş vatandaşı olmaktan duyduğu büyük mutluluğu paylaşmakla başladı. Hatta Pakistan'dan ayrılmalarından duyduğu gururu ve heyecanı ifade edecek kelime bulmakta zorlanıyordu adeta.
Birkaç gün sonra katıldığım Zafer Günü etkinliğinde aynı "mutluluğu" bir video karesinde gördüm. Sadece farklı bir dil konuştukları için Pakistan'dan kanlı bir şekilde ayrılan Bangladeş'in bağımsızlığını ilan ettiği gösterilerin en önünde "bir sarı çıyanın", İngiliz ajanı olduğu izlenimi veren birisinin tam da büyükelçinin mutluluğuna benzeyen bir görüntüsü kazındı hafızama. O pis sırıtmayı ve küstah sevinci asla unutmadım. İngiltere'deki yüksek standartlı yaşamını bırakıp sırf Bangladeşliler özgürce Bengalce dilinde konuşabilsinler diye hayatını riske ederek ayrılma nümayişlerinin en ön safında yer alan bir adam var Bagladeş'in Kurtuluş Günü tanıtım videosunda.
Taşlar şimdi yerine oturdu
O görüşmemizden kısa bir süre sonra da Myanmar Devletinin vahşetinden kaçıp Bangladeş'e sığınan Rohingyalı Müslümanlara yönelik İHH'nın yürüttüğü yardım programına katılmak üzere bu ülkeye gittim. Burayı görür görmez meşhur fıkradaki seri katilin karısının dediği gibi oldu ve gayri ihtiyari bir şekilde kendi kendime dedim ki "Taşlar şimdi yerine oturdu". Hikaye bu ya, çok profesyonel ve acımasız bir seri katil yakalanıyor ve adamın bu cinayetleri neredeyse kırk yıldır işlediği tespit ediliyor. Doğal olarak herkes durumu merak ediyor ve gazeteciler de gidip adamın karısıyla mülakat yapıyorlar ve merakla soruyorlar "Bunca yıldır evli olduğunuz bu adamın bir cani olduğunu nasıl fark etmediniz?" Kadın kısa bir cevap veriyor: "Taşlar şimdi yerine oturdu".
Pakistan Hindistan'dan ayrılınca burası da tamamen suni karinelerle iki parça olarak tasarlandı, Doğu Pakistan-Batı Pakistan. Tek bir halk ama iki ayrı dil. Batı Pakistan Urduca, Doğu Pakistan ise Bangalce konuşuyordu. Sırf bu gerekçe ile kanlı çatışmalar başladı ve ülke Pakistan ve Bangladeş olarak ikiye ayrıldı. Ayrılıktan hemen sonra Hindistan Bangladeş'i işgal etti ve daha sonra kendisiyle uyumlu bir hükümet iktidar olunca ülkeden geri çekildi.
Vahşeti sonraya sakladılar
Bu arada Bangladeş Pakistan'dan ayrılmadan önce Myanmar, Rohinga'da yaşayan Müslümanların kendi halkı ve vatandaşı olmadığını söyleyince dönemin Pakistan Başbakanı Ziyâülhak; "O halde onların yaşadığı toprak da sizin değil" diye beyanat verince Myanmar uygulayacağı vahşeti Bangladeş'in bağımsızlığından sonraya bıraktı.
Pakistan'ın coğrafi ve sosyolojik bir parçası olan bu coğrafyanın oradan koparılması esasında hem kolay hem de zor oldu. Kolay oldu çünkü uyarılan ulusalcılık ve faşizmin önünde kimse duramadı, zor oldu çünkü ülkenin sırf etnisite ve dil üzerinden bölünmesine karşı çıkanların kollektif bilincinden doğan ve halkın da kahir ekseriyetinin itibar ettiği sivil bir inisiyatif haline gelen Cemaati İslami bu duruma itiraz ediyordu. "Ayrılıkçılar" zafer kazanıp iktidarı ele alınca "birlikçileri" hain ilan edip sürek avını başlattılar. Onların tüm siyasi faaliyetlerini yasaklayıp bahse konu yapının üyelerini de savaş suçlusu ilan edip yargısız infazlar yaptılar.
Bütün bunlara ilaveten sabık hükümet, Pakistan'dan Kurtuluş mücadelesine katılanların çocuklarına anayasal bir ayrıcalık tanıyıp, birlik ruhundan yana tercihte bulunanları aşağılayan fiili uygulamalara başlayınca olaylar patlak verdi. Caddelerdeki insan seli bir isyana dönüştü.
En verimli topraklar, en fakir insanlar
Bu hikayenin bazı bölümlerinin ne kadar tanıdık olduğunu fark etmişsiniz sanırım. Ve Bangladeş bugün dünyanın en fakir ülkelerinden birisidir. Dünyanın en verimli topraklarında dünyanın en fakir insanlarının yaşadığı bir ülkedir Bangladeş. Ülkede inşaat yapmak için dahi taş ve kum yok neredeyse, çoğu yörede toprağı pişirip tuğla haline getiriyorlar ve daha sonra o tuğlaları makinalarla kırıp çakıl/kum haline getirip onunla inşaat yapıyorlar. Dünyada bu kadar verimli toprağın olduğu az coğrafya mevcuttur. Dünyadaki en büyük tekstil üreticilerinden birisidir. O bölgedeki en dinamik nüfusa sahip ülkedir. Caddelerdeki insan seli her şeyi önüne katıp akacak potansiyele sahiptir.
Daha pek çok rekabet, üstünlük alanı olan bu ülke yeniden kanlı bir çatışmaya sahne olmaktadır. Başbakan, daha önce ülkeyi işgal eden sözümona düşmanına, kanlısına kaçıp sığındı.
Geçici hükümetin başına tanıdık bir isim (Prof. Dr. Aziz Akgül ile yakın çalışma ortağı) Nobel ödüllü Dr. Muhammed Yunus atandı. Yunus'un bu süreci iyi koordine edebilmesi için yapması gereken en önemli iş istişaredir.
Yemin töreninde Cemaati İslami başkanlık heyeti de hazır bulundu. Dr. Yunus, dünyaya açılan büyük bir sivil toplum hareketinin kurucusu ve yöneticisi. O, modern dünyanın doğurduğu devasa sorunlar olan yoksullukla, israfla ve geri kalmışlıkla "terminatör/devrimci" bir ruhla değil, iman ve sevgiyi merkeze alan bir yöntem ile mücadele ederek çok büyük işler başardı ve dengesi bozulmuş olan bu dünyaya "adil" bir dokunuş yapmaya çalıştı.
Ama gelen haberlere bakılırsa "sarı çıyanlar" ve yerli işbirlikçileri yine iş başında. Özellikle Cemaati İslami'yi sürecin dışına itmek için özel operasyonlar yürütüldüğü söylenmektedir. Umarım üzerinde yaşadıkları toprakların bereketine dokunamayan bu bağrı yanık mümin kardeşlerimiz ve Dr. Muhammed Yunus aynı delikten ikinci kez ısırılmazlar.
Özetlemek gerekirse, Müslümanların yaşadıkları coğrafyalardan ve medeniyet havzalarından iki tanesi İslam inancının karşılaştığı ve karşılaşacağı sorunların analizi için sosyolojik olarak çok önemli deneyimler ve dersler sunuyor. Zira Batı düşüncesinde ve felsefesinde siyasi sınırların etnisite, mezhep ve din üzerinden çizilmesi toplumsal sorunların çözümüne, bizim coğrafyalarda ise büyük sosyolojik krizlere ve kaosa neden oluyor. İşte bu anlamda Hindistan ve Endülüs çok önemli iki okuma alanı. Endülüs bu yazının konusu değil.
Hindistan kıtasının tarihi, bizim de bugün muhatap olduğumuz etnisitenin siyasal ve toplumsal bir sorun haline nasıl geldiğinin ve büyük bir coğrafyayı nasıl kanlı bir çatışmanın içine sürüklediğinin dramatik hikayesidir esasında. İngilizlerin burayı işgal etmesinden sonra ektikleri ulusalcılık ve milliyetçilik tohumlarının verdiği filizlerle o coğrafyadaki tüm Müslüman halklar birbirinden ayrılıp Batılılar tarafından desteklenenlerin hunhar katliamlarına maruz kaldılar. Keşmir'deki Müslümanlar Pakistan'dan koparılıp katliama uğradılar, Rohingyalı müminler Bangladeş'in Pakistan'dan koparılmasından sonra palalı vahşi cinayetlere kurban gittiler. Eğer bu parçalanmışlık yaşanmasaydı, Pakistan Hindistan'dan ayrılmasaydı, Hindistan bugün dünyanın en güçlü ve en büyük Müslüman ülkesi olacaktı ama şimdi Hindistan, Müslümanların en kutsal saydığı mabetlerini dozerlerle yıkıp yerine Hindu tapınaklarını inşa eden bir ülke. Bu cesareti de ferasetsiz aktörlerden alıyor. Etrafındaki ülkelerin iç çatışmalarından cesaret alıyor. Siyasi sınırlar üzerinden Müslümanların arasına yerleştirilmiş fesat projelerden alıyor. Devrik diktatör, eski Başbakan Şeyh Hasina'nın sahip olduğu ulusalcılık fikri de burada bahsettiğimiz noktaya işaret ediyor.
Hindistan'a kaçan Şeyh Hasina'nın ABD'deki oğlu, siyaseti bırakmadıklarını, tekrar iktidar planı ve hesapları yaptıklarını söyleyip "biz iktidara gelirsek o ülkede en çok Hindular güvende olacaklar" diye beyanatlar veriyor.
Müslüman bir ülkeye başbakan olmayı hesaplayan ama Müslümanların değil onların düşmanlarının can güvenliğini kendisine dert edinenlerin devri kapanmayacak mı bu coğrafyada?