Sizler gibi "Taraf"ın "Fatih Camii bombalanacaktı" haberini okuduğumda benzer tepkiler geçti aklımdan.
İddia doğruysa 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra birileri kapalı kapılar ardında toplantı üstüne toplantı yapıp oylarımızla seçtiklerimizi devirmek için "5 bin sayfalık" ayrıntılı planlar hazırlamakla meşgullermiş.
Buna göre İbrahim Fırtına, Özden Örnek ve Ergin Saygun gibi kuvvet komutanlarının da aralarında bulunduğu 29 general ile çeşitli rütbelere sahip 133 subayın bu 'balyoz' planının altında imzaları bulunuyormuş. Asıl korkuncu ise ülkeyi bir darbe ortamına sürükleyebilmek adına yapılacak sabotajlar: Fatih Camii'nin bombalanması ve "Mümkünse bir Türk jetinin Yunan uçaklarınca düşürülmesi" vs.
Karşımıza çıkan tablo aslında yabancımız sayılmaz. Bundan 49 yıl önce de seçim sonrasındaki tabloya itiraz eden generaller darbe bildirisini kamuoyuna sunmuşlar ve bakın arkasından neler neler olmuştu.
"27 Mayıs"ta tek bir darbe yapıldı zannederiz. Ama aslında darbe, yeni darbeleri doğurmuş ve Türkiye 1965 seçimlerine kadar ecel terleri dökmeye devam etmiş, artçı sarsıntılar ise 12 Mart 1971 'buçuk darbesi'yle 10 yıldan fazla sürmüştü.
Darbenin yapanlara dahi huzur getirmediğinin en kesin kanıtı, 27 Mayıs'ın baş aktörlerinin önce Milli Birlik Komitesi adında ne idüğü belirsiz bir aygıt kurup sonra da birbirlerine düşmeleridir. Nitekim daha 6 ay geçmeden patlak veren iç hesaplaşmada, Alparslan Türkeş ve Dündar Taşer'in de içinde olduğu 14 subay tasfiye edilip yurtdışına sürülecek ve devrim, işe kendi çocuklarını yiyerek başlayacaktı. İşin acı tarafı, bu darbeler harmanında savrulan yalnız Türkiye ve Demokrat Parti değil, bizzat Silahlı Kuvvetler olacaktı.
Menderes, Zorlu ve Polatkan'ın idamlarının infazından sonra 15 Ekim 1961'de seçimlere gidilmiş ve hıncını içerisinde büyüten halk, sandıkta darbecilere ağır bir darbe indirmişti. Böylece İsmet İnönü'nün CHP'sini iktidara taşımak üzere düzenlendiği açık olan 27 Mayıs darbesi (o zamanki deyişle 'ihtilali'), sandıkta halktan onay alamamış oluyordu.
CHP 173 milletvekilliği ve 36 senatörlük, AP 158 milletvekilliği ve 79 senatörlük, YTP 54 milletvekilliği ve 28 senatörlük, CKMP ise 65 milletvekilliği ve 16 senatörlük kazanmıştı. Gerçi en fazla milletvekilini CHP çıkarmıştı ama en fazla senatörü de AP çıkarmıştı; bu tablo hem CHP'nin tek başına iktidar olması için yeterli değildi, hem de karşısında rahatlıkla güvenoyu alabilecek bir çoğunluk vardı.
Yeni darbe için tehlike çanları çalıyordu. Birileri derhal harekete geçti. Darbeciler yaptığı tabloyu beğenmeyip tuvali temizlemeye kalkan ressam gibi yeni bir sayfa daha açmaya hazırlanıyordu.
Seçim sonuçları kesinleşir kesinleşmez o zamanlar Yıldız Sarayı'nda bulunan Harp Akademisi'nde 10 general ve amiral ile 28 albay bir protokol imzaladılar. Tarih 21 Ekim 1961, saat: 18.00 idi.
En yüksek rütbelileri Korg. Refik Tulga ve Korg. Cemal Tural olan subaylar TBMM'ye toplanmadan önce baskın yapacaklarını, partileri kapatıp seçim sonuçlarını iptal edeceklerini, iktidarı milletin 'gerçek' ve 'ehliyetli' temsilcilerine (kimlerse onlar?) emanet edeceklerini, MBK'ni feshedeceklerini... sonradan "21 Ekim Protokolü" olarak adlandırılacak bir metinde tespit ederek gerekli yerlere bildirdiler.
Ertesi gün de Mürted Hava Üssü'nde Ankara grubuna mensup general ve albaylar da protokolü imzalayınca "daire-i devlet" karıştı. O zamana kadar "Demokrasiye saygılıyız" sözünü dillerinden düşürmeyen ihtilalciler, tam seçimler yapılıp da halk kararını sandığa yansıtınca, 'olmadı, sil baştan' diyorlardı.
Yeni bir darbe istemeyen İsmet Paşa bu defa protokolcülere cephe aldı. Damadı Metin Toker'i Tulga ile görüşmeye göndermişti. Ancak Tulga ısrarcıydı. İlginç fikirleri vardı: Okuma yazması bile olmayan kimseler oy kullanmışlardı, bunlar milletin kaderinde nasıl söz sahibi olabilirlerdi? Cahil halk aldatılmıştı...
İsmet Paşa ise kendisini darbe olmadan iktidara geçirecek formülü bulmaya çalışıyordu. Damadının deyişiyle, "Askerlerin güven ihtiyacı ile Paşa'nın iktidar ihtiyacı aynı noktada birleşiyordu."
İhtilalin başı Cemal Gürsel ve Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay yeni bir rezalet çıkmasını ancak İnönü'nün başbakanlığında bir koalisyon kurulması şartıyla aşabildiler. Komutanların nezaretinde liderlere imzalatılan "Çankaya Protokolü", demokrasi tarihimizin en kara sayfalarından biridir. Parti liderlerine, darbe heveslilerinin ancak bu şartlarla Meclis'i basmaktan vazgeçecekleri bildirildi. Böylece Meclis'te azınlık olan CHP, silahların gölgesinde ikinci baharını yaşayacaktı.
Hükümet krizi "İnönü Başbakan" formülüyle çözülmüştü ama şimdi sırada Cumhurbaşkanlığı krizi vardı. Ya bu üç parti Gürsel'den başka bir adayı seçmeye kalkarlarsa? 2007'de yaşadığımız 367 krizine rahmet okutacak gelişmeler yaşanacaktır bundan sonra.
Ord. Prof. Ali Fuat Başgil sivillerin adayı olarak Org. Cemal Gürsel'in karşısına çıkma cesaretini göstermişti. Seçime girse cumhurbaşkanı olması kesindi. Ama sokmadılar. Nasıl? Resmen tehdit ederek. General Sıtkı Ulay yıllar sonra şöyle anlatıyordu o tehdit sahnesini:
"Ya cumhurbaşkanı adaylığından vazgeçersiniz ya da Etlik Mezarlığı'na gömülürsünüz."
Başgil hoca ise generallerin kendisine "Adaylığınızı geri almazsanız hayatınızı garanti edemeyiz" dediklerini, daha da korkuncu, Meclis'i kapatıp askeri idareyi devam ettirecekleri tehdidinde bulunduklarını aktarıyor.
Nihayet 25 Ekim'de açılan Meclis'in ilk işi, tek aday olan Gürsel'i cumhurbaşkanlığına seçmek, onun da ilk işi hükümeti kurmak üzere İnönü'yü görevlendirmek olmuştu. Buna o zaman isyan edenlerin başında Süleyman Demirel geliyordu. Ne var ki, 28 Şubat askerî darbe sürecinde bu defa kendisi aynısını yapacak ve hükümeti kurma görevini, Tansu Çiller yerine yamalı bohçayı andıran devşirme sandalyelere sahip Mesut Yılmaz'a verecekti.
Ne denir? Tarih, "Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?"
ZAMAN