Anayasa Mahkemesi reklam edildiği gibi özgürlükçü yorumlar ve kararlarla hukukun üstünlüğünü teminat altına almıyor. Tersine siyaset ve toplumun bürokratik oligarşiyle, askeri darbe süreçleriyle, cuntacılarla giriştiği hesaplaşmayı sabote ediyor. İşlenen büyük ve organize cürümlerin hesabını sormakla elde edilecek toplumsal huzur ve sükûnetin yerine blok olarak bütün bir kamuoyu kurtuluşun teminatı olarak gösterilen ‘paralel yapı’yla mücadeleye yönlendiriliyor.
Ergenekoncuların ardından Balyozcuların da tahliye edilmeleriyle birlikte ortaya hem hukuki ve siyasi hem de ahlaki ve toplumsal manada büyük bir garabet çıktı. Yargılama safahatında bazı teknik eksikler olduğu gerekçesiyle her biri hüküm giymiş cuntacılara tahliye yolunu açmakla ne hukuk-adalet tesis edilmiş olur ne de paralel yapıyla mücadele edilmiş olur. Çünkü verilen karar her şeyden önce siyasi ve konjonktürel bir karardır.
Yüzleşmeden, Hesaplaşmadan Tahliye
Ergenekon ve Balyoz yargılama süreci nasıl oldu da ‘asrın davaları’ olmaktan çıkıp bir anda ‘orduya kurulan kumpas’a dönüştü? Neydi askeri darbe süreçlerinin hesabını sormak için halkın iradesini arkasına almış, çeteler ve cuntalarla mücadele yolunda kefen giymeye azmetmiş siyasal iradeyi hızlı bir biçimde ‘kumpas kuruldu’ğuna kim, nasıl ikna etti?
Oslo sızdırmalarıyla başlayıp 7 Şubat’taki MİT kriziyle iyice gerginleşen ve 17-25 Aralık operasyonlarıyla zirve yapan siyasal süreç Hükümeti, her durumda Fethullah Gülen yapılanmasına karşı konumlanmayı beraberinde getirdi. Bu sürecin neticesi olarak Fethullahçı yapılanmanın Başbakan Erdoğan’ı ve AK Parti Hükümeti’ni itibarsızlaştırıp düşürmek üzere giriştiği ve tırmandırmaktan hiç tereddüt etmediği kirli savaşın sonuçlarıyla karşı karşıyayız aslında.
Gülen Cemaati’nin kimi liberal kimi ulusolcu aktör ve kurumlarla birlikte AK Parti Hükümetine karşı gerek ülke içinde gerekse uluslararası arenada giriştiği sıkıştırma ve tecrit etme siyaseti belli bir mesafe almış durumda. Esed rejimi tarafından Suriye’de tırmandırılan katliamlar, Mısır’da Müslüman Kardeşlere karşı düzenlenen kanlı darbe hatta son olarak Irak’ta yaşanan gelişmeler üzerinden IŞİD sorunu gibi Ortadoğu’da yaşanan hemen bütün gelişmeler hiç tereddüt etmeden Başbakan Erdoğan’a fatura ediliyor.
Bir taraftan 30 Mart’ı kazasız belasız atlatmanın verdiği güvenle diğer taraftan hem Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinden zaferle çıkmak hem de Kürt sorununun çözümü yolunda yürütülen açılım sürecini selamete eriştirmek noktasında Başbakan Erdoğan’ın ağır riskler taşıdığı malum. Muhtemeldir ki bu kadar farklı cephede savaşmanın ve cepheyi bu kadar büyütme huşunda ısrarlı olmanın aleyhe işlediği değerlendiriliyordur.
Fakat buna rağmen Ergenekon ve Balyoz’da tahliyelerin yolunu açan tercih sadece Gülenci yapının sahte delil üretmiş olma ihtimali olmasa gerektir. Sanki askeri cunta kurma, yönetme ve darbeci faaliyetlerin önünü almış olmak gibi aşırı bir özgüven, temelsiz bir teminat edinmişlik havası var. Adeta ‘darbe yapacaklarda moral motivasyon bırakmadık, güçten takatten düşürdük, bütün illegal yolları sıkı sıkıya kapadık, cuntacı yapılanmaları felç ettikten sonra saldık’ gibi bir iklim yayılmak isteniyor.
Kemalist Yüzyıl Kâbusu
Tahliyeler karşısında kamuoyunda ortaya çıkan tepkilerse hakikaten insana küçük dilini yutturacak kadar tuhaflıklar taşıyor. Yeniden yargılamanın önünü açan kararın hangi sağlam gerekçelere dayandığını kimse tartışmıyor bile. Suçsuzlar veya suçundan daha ağır cezalara çarptırılmış olanlar vardır, olabilir de. Peki, ama kim, kimler, hangi şekilde? Ne hukuki ne de siyasi ciddi bir analiz yapılmadan hemen bütün kamuoyunun ‘kumpas’ söyleminin peşine takılması hiç ama hiç hayra alamet değildir.
Hangi akıl sahibi Çetin Doğan’ın, Özden Örnek’in, Şener Eruygur’un cuntacılığından şüphe eder? Veli Küçük’ün, Doğu Perinçek’in, Kemal Alemdaroğlu’nun siyaset ve topluma karşı ne çirkin ve kanlı tezgâhlar tertiplediğinden kim kuşku duyar? Fethullah Gülen Camiasıyla girişilen haklı kavga ve rekabetin kimseyi Ergenekon ve Balyoz sanıklarına yaklaştırması gerekmez. Oysa şimdilerde yine moda olmaya başlayan ‘şerefli subaylarımız, kahraman ordumuz’ tekerlemesi çok değil birkaç sene öncesine kadar “Topyekûn Savaş” olarak hayatımızın üzerine karabasan gibi çöküyordu.
17-25 Aralık’ı, dost-modern darbe girişimini unutmayalım elbette. Ama 28 Şubat’ı, 27 Nisan’ı, 367 dayatmasını, Yakamoz ve Ayışığı darbe planlarını, Cumhuriyet ve Bayrak mitinglerini, Hrant Dink ve Zirve Yayınevi cinayetlerini, başörtüsü yasaklarını, İHL’lerin önünün kesilmesini, Kur’an kurslarının kapatılmasını, İsrail’le kurulan stratejik ittifakları da unutmayalım.
Baksanıza Fethullah Gülen camiası bile Türkçe Olimpiyatlardan başkaca hiçbir dert yokmuş gibi gezinip duruyor. Oysaki ne Balyoz hayaldi ne de Ergenekon hayaletti. Acının, gözyaşının, yolsuzluğun, yoksulluğun, dayatmanın kısacası Kemalist Yüzyıl Projesi’nin sahipleri sanal âlemin kötü adamları değildi.