Tarihimizin felaketleri ve rezaletlerini, yol açtığı acı sonuçlarına göre sıralamaya kalksak, ilk başa Balkan Savaşları'nı yerleştirmemiz gerekir. Balkan Savaşları, Osmanlı İmparatorluğu'nun asıl ağırlık merkezi olarak kabul ettiği Balkanları kaybetmesi ile sonuçlandı.
Kaybedilen topraklarda nüfusun yarıdan fazlasını oluşturan Müslümanlar, büyük bir katliama uğradı. Sayı, birkaç milyon olarak hesaplanıyor. Kaçıp kurtulan Balkan muhacirleri mübadele ile gelenlerle birlikte bugünkü nüfusumuzun önemli bir kısmını meydana getiriyor.
Yaşanan rezaleti anlatmak için şu olay yeterli. Savaş, Balkan çeteleri ile Türk ordusu arasında. Denge açık ara bizim lehimizde. Avrupa devletleri savaş patlayınca, Osmanlı Devleti'nin toprak kazanacağını hesapladığı için, savaş öncesi sınırların korunacağı taahhüdünde bulunuyor. Türk tarafının Edirne dahil bütün Balkanları kaybetmesi ve Midye-Enez hattını kabul etmesi, herkesi şaşırtıyor.
Bu büyük rezaletin bir tek sebebi var: Ordu'daki subayların boğazlarına kadar politikanın içine batması. Dışarıdan bakıldığında görülmeyen çürüme, siyasetin ordunun bütün hiyerarşisini ve disiplinini yok etmiş olması. Sadece bir örnek. Selanik'te Tahsin Paşa'nın komuta ettiği redif kolordusu, tek mermi atmadan gerilla harbi yürüten çetelere teslim olurken, subay kadrosunun siyaseti çok iyi bildiğinden kimsenin kuşkusu yoktu.
Üzerinden neredeyse tam bir asır geçmiş olan Balkan Savaşları rezaleti, siyasete bulaşan subayın bu ülkeye vereceği zararın tarihî hafızadaki büyük kirli gölgesidir. Eğer subayınız siyasetle uğraşıyor, üzerindeki üniforma ile hükümetler yıkıp hükümetler kuruyorsa, o ülkenin sahip olduğu her şey tehlike içindedir.
Deniz Baykal'ın Balkan Savaşları uyarısı bu yüzden yerinde bir uyarı. Siyaset kışlaya girmemeli. Girerse ne olur? Felaketle karşılaşırız. Ama bu uyarı çok geç kalmış bir uyarı. Türkiye'de Ordu, 27 Mayıs'tan bu yana tam 50 yıldır siyasetin içinde. Bırakın siyasetin içinde olmayı, doğrudan Kışla'nın içinde üretilen siyasetle ülke yönetildi. Ve artık oturup adam gibi bu yarım asrın muhasebesini yapmalıyız. Çok ağır bedeller ödedik. Çok büyük rezaletler ve felaketler yaşadık.
Son elli yılı, askerin topuyla, tüfeğiyle, kurduğu yasal düzenlerle velhasıl her şeyiyle, tıpkı Balkan Savaşları'nda olduğu gibi gırtlağına kadar siyasetin içinde olduğu bir dönem olarak hatırlayacağız. Balkan Savaşları'nda olduğu gibi toprak kaybına uğramamış olmamızın sebebi, ulus devlet düzenlerinin artık oturmuş olması ve Soğuk Savaş'ta NATO şemsiyesinden ibaret. Ama bu elli yıl içinde yaşadığımız felaketlerle, Balkan Savaşları arasında kurulacak epeyce benzerlik var.
Türkiye, 1950'li yıllarda yakaladığı ve kullanmaya başladığı fırsatları 27 Mayıs'ın kör kuyusunda tüketti. 1960'lı ve 70'li yıllarda ağır bedeller ödediğimiz toplumsal şiddet, bu şiddetten iktidar planları çıkartan darbeciler olmasaydı bu kadar yıkıcı olmayacaktı. Bugün önümüze dökülen Balyoz, Kafes gibi planlara bakın. Bu planlardaki eylemlerin toplumu sürükleyeceği kaosu, hangi dış düşman yaratabilir? Ve son olarak bu geçen elli yılın tam yarısını kapsayan terör sorunu, siyasete ve devlet yönetmeye hevesli askerin içinden çıkılmaz hale getirdiği Kürt sorununun sonucu değil miydi? 1983 yılında 12 Eylül Cuntası'nın giderayak çıkarttığı ve özel hayatta bile Kürtçe konuşma yasağı getiren yasayı hatırlamak yeterli.
Silahlı vesayet düzeni, demokrasi aşkımızdan önce bu düzenin yol açtığı bedeller katlanamaz hale geldiği için tasfiye ediliyor. Son üç yılın tartışmalarına ve katlanmak zorunda kaldığımız rezaletlere dönüp bakalım. Türkiye bütün enerjisini, askerini siyasetin dışına çekebilmek için harcıyor. Askerin Türkiye'yi sürüklediği paranoyalarla malûl atmosfer kara bir delik gibi gücümüzü tüketmiyor mu?
Baykal'ın Balkan Savaşları uyarısı çok yerinde. Onun da hatırlaması lâzım. Balkan Savaşları'nda hükümet burnunu kışlaya sokmamıştı; tersine askerler ellerindeki silahı siyaset için kullanırken ülkeyi savunacak halleri kalmamıştı. Ve bu yüzden Atatürk, Cumhuriyet'i kurar kurmaz askerleri siyasetin dışına çıkarmıştı.
ZAMAN