Bakur-Rojava’ya varamadan (3) Bu son çılgınlığı kendi yalnızlığına terkedelim
Halil Berktay / Serbestiyet
[29 Aralık 2015] Olayların akışı gene çok hızlandı. Daha bir hafta önce biraz başka bir yerdeydik. Demirtaş’ın peşpeşe demeçleri ve DTK toplantısıyla dün bütün hava değişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Adalet Bakanı Bozdağ’ın konuşmaları, Ankara ve Diyarbakır’da savcılıkların açtığı soruşturma haberleriyle, bu sabah gene farklı bir yerdeyiz.
PKK’nın 1-21 Temmuz arasındaki bir değil, birkaç savaş ilânını, ilk başta “Suruç’a misilleme” olarak lânse edilen Ceylanpınar cinayeti, onu da TSK’nın Kandil bombardımanları izledi ve sadece bölgede değil, ülke çapında çatışma ortamına geri dönüldü. PKK (Dağlıca gibi) yer yer sansasyonel boyutlara ulaşan bazı saldırılarda bulundu. Bunlar kamuoyunu bir dereceye kadar şoke etti ve tepki topladı. Asıl yenilik, HDP’nin en yüksek oyu aldığı bir dizi ilçe merkezinde küçük grupların bir araya gelip “özyönetim” ilân etmeleri, daha doğrusu Kandil’de yazılıp basıldığı belli olasn tek tip “özyönetim ilânı” bildirilerini peşpeşe okumalarıyla çıkageldi. Bu duyuruların da ardından, söz konusu ilçe merkezlerinde hendek kazma ve barikat kurma faaliyeti başgösterdi. Demirtaş tabii fütursuzca yalan söylüyor: devlet kentlere saldırdığı için, ya da başka herhangi bir olay ve spontane öfke sonucu “halkı katliamdan korumak amacıyla” bu hendek ve barikatlar türemedi; tersine, henüz kent ve kasabalarda hiçbir ciddî operasyon ve çatışma yokken, hepsi “özyönetim” ilânlarını izleyerek ve aşağı yukarı aynı anda zuhur etti. Gene aynı sırada PKK ve YDG-H, söz konusu ilçelerin halkını sokağa, büyük miting ve gösterilere, kitlesel kalkışma eylemlerine çağırmaya başladı.
İkinci ve daha da önemli değişiklik ya da geçmiş olayların seyrinden ayrılış, bu noktada tezahür etti. O kadar beklenmedik bir şeydi ki, basının ve bütün diğer dış gözlemcilerin kafasına dank etmesi de zaman aldı. Doğrudan doğruya Kürt halkı bu çağrılara uymayı reddetti. Sokağa dökülmedi; meydanlara çıkmadı; istenen kitle gösterilerine katılmadı. PKK’ya karşı aktif muhalefete geçmediyse de, durup dururken kendisine dayatılan bu “yeni devrimci halk savaşı”nın icaplarını yerine getirmek konusunda ciddi bir isteksizlik, hattâ itaatsizlik sergilemeye koyuldu.
Kanımca HDP liderliğini bocalamaya sevkeden de, silâhların tekrar konuşmaya başlamasından çok, Kürt halkının bu sessiz protestosu oldu. Bundan sonraki gelişmeleri 4+1 diye düşünmek lâzım, zira Temmuz’dan sonraki dört ayda HDP’nin tutumu başka, son bir ayda ise gene başka. Ağutos-Eylül-Ekim-Kasım demeçlerini topluca incelediğimizde, Demirtaş’ın kâh öyle kâh böyle konuştuğunu, amaprensip olarak PKK ile HDP arasındaki farkı hep koruduğunu görüyoruz. Gerçi “erken seçimleri kazanmak uğruna savaşı Erdoğan çıkardı” demagojisini elden bırakmıyor. Ama bu, daha çok ezberlenmiş bir savunma refleksi gibi. Bizatihî savaşı savunmuyor; savaşın suçunu başkalarına yıkmak suretiyle PKK’yı korumaya çalışıyor. Burada kilit nokta, o dört ay boyunca Demirtaş’ın savaşa sahip çıkmaması; ister dağdaki gerillalardan, ister şehirlerdeki YDG-H’lilerden “biz” ve/ya “halkımız” diye söz etmemesi; kendisini ve partisini özne olarak ayrı tutması. İnce bir ayırım diyebilirsiniz, ama önemli. Üstelik tabii, aynı dönemde daha açık savaş eleştirilerinde de bulunuyor. Doğrudan yanlış dediği oluyor; silâhtan başka çare olmadığı doğru değildir diyor; Mecliste 80 milletvekilimiz var, siyaset yoluyla her şeyi elde edebiliriz (edebilirdik) diyor; hattâ bazen, PKK’yı tek taraflı ateşkes ilân etmeye dahi çağırıyor. Tabii azarlanıp tersleniyor her seferinde; ama gene de yapıyor bunları. Aynı aylarda, partiler-arası ilişkiler planında da, AKP konusunda tereddütlü. Bunun en çarpıcı örneği, seçim hükümetine baştan hayır diyememesi. Önce iki bakan vermeyi kabul ediyor, sonra istifaya çağırıyor. Bütün bunlar “iki aşk” (Kandil ve Meclis, silâh ve siyaset) arasında kararsızlığı yansıtmakta (Serbestiyet’te bkz Ahlâksız Teklif (Indecent Proposal), 11 Ekim 2015). Şimdi geriye bakıp düşündüğümde, hepsini geniş Kürt kitlelerinin suskun hoşnutsuzluğuna; dolayısıyla Kandil’den fazla Demirtaş’ın, HDP’ye verilen oy ile savaş ve hendek-barikat politikasına sağlanabilecek desteğin aynı şey olmadığını biraz olsun anlamasına; dolayısıyla belki kendisi ve partisini bu maceradan bir nebze olsun ayrı tutmasının daha hayırlı olabileceğini orasından burasından sezmesine bağlıyorum.
Gelgelelim, Aralık başında herşey bir kere daha ve çok radikal biçimde değişiyor. Bunun da iki alt-boyutu var: (1) savaşa sarılma sorunu; (2) Türkiye’ye sırtını dönme sorunu.İlkinden başlarsak, bundan sonra, yani Aralık başından itibaren PKK’nın savaş siyasetine tek bir eleştiri yok. Daha önemlisi, özne farkı ortadan kalkıyor; Demirtaş’ın dilindeki değişim, daha sert sıfatları yeğlemesinde değil, asıl bu noktada düğümleniyor. Sürekli birinci çoğul şahıs üzerinden, “biz” diyekonuşmaya başlıyor. Hendek ve barikatlardakilerden “biz” ve “bizim/halkımızın direnişi” diye söz ediyor; PKK’nın savaşına “haklıYIZ, kazanacaĞIZ” diye sahip çıkıyor; bu ve benzeri ifadelerle, silâh ile siyaset arasındaki ayırımı silip, siyaseti toptan silâhla özdeşleştiriyor, silâhın hizmetine koşuyor. Bu çerçevede, “barikatlardakiler hafif silâhlı çocuklar, oysa devlet tankla topla geliyor” gibi, güya bir haksızlık daha keşfedeceğim derken mantıksızlığıyla insanı çileden çıkaran lâflar da ediyor gerçi (savaş illâ aynı sıklettekilerin eşleştiği bir boks, güreş veya halter müsabakası mı?); ama bunlar, düşünsel çerçevesi ve insicamı toptan bozulmuş birinin görece tâlî saçmalıkları mesabesinde kalıyor. İşin özünü, açık ve çıplak şiddet taraftarlığı oluşturuyor. Öyle ki, hukukî sınırların çok ötesine geçiyor; hattâ sanki hukuk hiç yokmuş, anayasa yokmuş, milletvekili yemini yokmuş, kanunlar yokmuş gibi, o denli pervasızca davranmaya başlıyor. Bu yüzden, son üç hafta boyunca sürekli soruyorum kendi kendime; bunun onda biri, belki yirmide biri, geçmişte herhangi bir legal Kürt partisinin kapatılmasına yeterdi de artardı bile. Acaba Demirtaş HDP’yi kapattırmak mı istiyor; son çare olarak devleti bu tuzağa çekmeye mi uğraşıyor?
Üstelik, ikincisi, buna her türlü Türkiyeli çözüm perspektifinin toptan terki, dolayısıyla “batı” ya da“Türk Türkiye” ile bütün duygusal-düşünsel bağların koparılması eşlik ediyor. Özetle, Suriye’deki krizden bir Bakur-Rojava teritoryalitesinin koparılıp alınması vizyonuna teslim oluş, 80 veya 59 milletvekilini değersiz kıldığı gibi, Türkiye kamuoyunu da hiçleştiriyor, Kandil’in ve HDP’nin gözünde. Ya da şöyle diyelim: Türkiye’nin ve Batı’nın karşısına başka ağırlıklar yerleşiyor; PKK önderliği kaderini artık iyiden iyiye Rusya ve İran’a bağlıyor ve Demirtaş’ı da bu doğrultuda tamamen hizaya getiriyor. Kendisi de gerçekten inanıp içselleştiriyor mu bunu; yoksa, yaklaşan HDP kongresinde tasfiye edilmemek ve yerine çok daha şahin Kandil hizmetkârlarının geçirildiğini görmemek için mi inanmış görünüp alelacele şecaat arzediyor, o kadarını bilemem. Öyle veya böyle; ağzından her çıkan artık Rusya-İran blokuna oynamayı yansıtıyor. Bu yüzden, Orta Doğu çapında bir “Şii direnişi”ni yüceltmeye koyuluyor (bkz Cengiz Alğan, Kürtler “Şii direnişi”nin neferleri mi?, 11 Aralık 2015). Bu yüzden, yaşadığı ülkenin kamuoyunu ne der, hiç umursamazcasına Moskova’ya gidipRus uçağının düşürülmesinde Türkiye’yi haksız bulduğunu Putin rejimine arz ediyor. Gene bu yüzden ve aynı umursamazlıkla, benim için çoktan “bilinen bir sır” haline gelmiş olan konuyu nihayet torbadan çıkarıyor; DTK’daki konuşmasıyla, bu savaşın biricik gerçek platformunu meydana getiren“Kürt coğrafyasında” devletleşme özlemi ve projesini açıkça ilân ediyor.
Ve nihayet beklenen kıyamet kopuyor. 7 Haziran seçimleri öncesinde AKP düşmanlığı yüzünden HDP’ye büyük krediler açmış olan merkez medya, şimdi bir dizi kanaat önderi üzerinden büyük bir dönüş yaşıyor. Ertuğrul Özkök, Hüseyin Gülerce, Taha Akyol, Murat Yetkin, (Zaman’da) A. Turan Alkan (bu özellikle dikkat çekici), peşpeşe “bu lâf olmadı Selo - bize ihanet ettin - siyaset hayatın bitti - güle güle Demirtaş - [Ahmet Hakan’ın] yüzü varsa kızarsın” yazıları kaleme alıyor. Derken asıl korktuğum oluyor. Ankara ve Diyarbakır savcıları “bölücülük” ve “terör örgütünün propagandası” üzerinden Demirtaş ve DTK toplantısındaki hemen herkes hakkında soruşturma açıyor. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan “ihanet” konuşmaları yapıyor. Bu konuşmalarda siyasî suçlama ile hukukî anlamda cezalandırma tehdidi birbirine karışıyor, içiçe geçiyor. Tahir Elçi’nin televizyon konuşmasını izleyen tepki dalgasının çok daha büyüğü patlak veriyor.
Demirtaş’a ve HDP’ye ne kadar kızarsam kızayım, kaygı duyuyorum bu hukuk-siyaset içiçeliğinden. Artık son derece aşikâr ki, PKK’nın bütün hesaplarının iflâs ettiği ve hem askerî yenilgi, hem siyasî tecridin kaçınılmaz gözüktüğü bir noktada, Demirtaş çareyi HDP’yi kapattırmada arıyor. Yukarıda yazdım; gerçekten de hem kişisel demeçleri, hem DTK’da alınan kararlar, hukukun lâfzına bakacaksak, her iki legal Kürt partisini (HDP ve DBP’yi) defalarca kapattıracak nitelikte. Fakat bunu istiyor zaten; yıkıntıdan yeni bir mağduriyet, dolayısıyla yeni bir haklılık ve belki hiç olmazsa bu suretle, çok gecikmiş de olsa toplumsal bir kalkışma çıkarmaya çalışıyor.
Bu durumda, akıllı siyaset ne olabilir? Bu kozu ona vermemek. Nasıl? HDP’nin içine düştüğü durumu gözeterek. Belki şöyle anlatabilirim. Bir zamanlar, benim canımı çok yakan bir reklâm vardı televizyonlarda (galiba hayat sigortası hakkında). Ortada küçük bir kız çocuğu, gözü bağlı. Babasıyla körebe oynuyor. Derken babası geriye doğru çekilerek uzaklaşıyor ve kayboluyor. Küçük kız hâlâ kendi etrafında dönerek boşluğa “baba, baba” diye bağırmaya devam ediyor. Bizim içimize de telâfi edilmez bir yokluğun acısı çöküyor.
İşte şu anda Demirtaş’ın ve HDP’nin de etrafı, böyle soğuk bir boşluk ve sessizlikle sarılı. Giderek de genişliyor. Bundan böyle gidip bir kaçak çayını içecekleri ev sahibini onlar zor bulur. Sermaye harcanıp tükendi. Yüzde 12-14, 59-80 vekil; en önemlisi ciddiyet, saygınlık, inanılırlık, sözü dinlenilirlik. Herşeyi kaybettiler, kaybetmekteler. Cemal Süreya: Bir günler şölenlerle egemen ülkende / Şimdi iri gagalı yalnızlıklar dönüyor. Bunun tamiri, tedavisi pek mümkün değil. Öyleyse bir anlamda liberal davranmak gerek, 19. yüzyıl kapitalizminin “laissez faire, laissez passer” (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) sloganından mülhem: “Laissez dire, laissez parler” (bırakınız konuşsun, ne derse desin). Akıllı siyaset, çılgınlık raddesine varan provokasyonu doğru okumak; PKK ve HDP’yi kendi yalnızlıklarına terketmek.