Halil Berktay / Serbestiyet
[27-28 Aralık 2015] Bu yazının 13 Aralık’ta yayınlanan ilk bölümünde, PKK ve BDP’nin, sonra PKK ve HDP’nin savaş ve barış, Türkiyeli çözüm ve Türkiye dışı çözüm ikilemleri arasında çizdiği zigzagların öyküsünü yaklaşık 2011’e kadar getirmiştim. Üzerinde durduğum başlıca dört konu vardı. (1) Temelde belirli bir şiddet düşkünlüğü söz konusu. Savaş içinde yaşlanmış ve zihnen katılaşmış Kandil önderliği, bütün eşitlik ve özgürlük özlemleriyle Kürt halkını bir amaç değil, kendi iktidarı için bir araç ve teba olarak görüyor. Aslında çoktan bu noktada; ama silâhlı kent işgalleriyle iyice su yüzüne çıktı ve çoğu insan tarafından yeni farkediliyor. (2) 2002, 2007 ve 2011 seçimleri boyunca PKK’da bir AKP korkusu başgösterdi. Bu, Türkiye’nin genel demokratikleşme sürecine sırt çevirme tavrına dönüştü. PKK ilk bu yüzden AKP’ye düşman muamelesi yapmaya başladı. Barış ve çözüm süürecinde bir muhatap, belki bir ortak değil, amaçladığı alan hâkimiyetinin önündeki en büyük tehlike olarak gördü. 2014’ten çok önce bu, “seni başkan yaptırmayacağız” sloganında somutlanacak politikanın ilk filizlenişiydi. (3) Keza PKK, ayrılma ve devletleşme hedefinden de aslında hiç vazgeçmedi. Bu hedefin ilk aşaması, belirli bir toprak parçası üzerinde mutlak bir yerel hegemonya arayışıydı. Bu da ancak silâh ve şiddetle mümkün olabilirdi. PKK’nın hiç silâh bırakmak istemeyişi, güya ayrılmaktan vazgeçer ve “Türkiyeli çözümü” benimsemiş gözükürken, içten içe, savaşı sürdürmenin biricik gerekçesi olabilecek bir devlet projesini koruduklarını sezdiriyordu. (4) Nitekim PKK, 2010-2011’de de barıştan kaçmak için fırsat kolladı ve “köprüden önceki son çıkış” olarak YSK’nın (20 ay cezası nedeniyle) Hatip Dicle’nin milletvekilliğini düşürmesine sarıldı. “Bağımsız” BDP milletvekilleri bu gerekçeyle Meclisi boykot etti ve arkasından PKK’nın Silvan baskınıyla tekrar silâhlar konuşmaya başladı. Bu kanlı dönem Öcalan’ın 2013 Newroz çağrısına kadar sürdü.
Bu süreci o yıllardaki yazılarımdan yer yer uzun alıntılar da yaparak incelediğimde, şu sonuca varıyorum: 2010-2011 ile 2014-2015 arasında çok çarpıcı benzerlikler söz konusu. O zaman PKK+BDP’nin, dört yıl sonra PKK+HDP’nin oyunbozanlık yöntemleri hemen hemen aynı. O zaman (hiç barışçılık koşulu aranmadan) “BDP bloku”na bağlanan umutlar da, dört yıl sonra HDP ve Demirtaş’a (sırf AKP karşıtlığı uğruna ve arkaplandaki PKK unutularak) bağlanan umutlarda yankılanıyor. Yalnız arada bir, belki iki önemli fark var: Bu sefer PKK, Suriye’nin çözülmesi ve Suriye krizinin uluslararasılaşmasının kendisine belki bir daha gelmeyecek bir tarihî fırsat sunduğu kanısında. Dolayısıyla Türkiyeli çözüm vizyonunu tamamen terkedip bir “Bakur-Rojava” (kuzey-güney) devletleşmesine yönelişi çok daha belirgin. HDP de şimdiye kadar hiç olmadığı derecede bu plana ikna edilmiş, hizaya getirilmiş, itaatkâr kılınmış ve demokratik siyaset olanaklarını bitiren bir savaş dilini benimsemek suretiyle bütün köprüleri atmaya zorlanmış durumda.
Peki, 2012’de başlayan son çatışmasızlık durumundan bu son kerteye nasıl gelindi? Son dönemde ortaya dökülen yeni bilgilerden hareketle bazı şeyler şimdi çok daha net görülebiliyor. Bu çerçevede ve tam da benim tahmin ettiğim gibi (5) daha 2012’den beri mevcut bir savaş kararı ve planı söz konusu. Sadece, ilk aşamada PKK’nın büyük riyakârlık ve ikiyüzlülüğüyle gizlenebilmiş; yoksa o tasavvur, bir boyutuyla hep orada. Nitekim 2012’de Öcalan’ın kendilerini çatışmasızlığa ve Türkiye içinde bir demokratik özerklik çözümüne zorlamasını, hiç içlerine sindiremeyip kerhen kabullenmişler (ya da kabullenir gibi yapmışlar); artık Murat Karayılan bunu büyük bir fütursuzlukla, apaçık anlatıyor:“İşte o zaman biz arada kaldık. Açık olarak ‘savaş planımız var, tüm hazırlıklarımızı yapmışız; biz savaşı sürdürmek istiyoruz’ diyemedik. Esas olarak bunda hatâ ettik. (…) Yani sürecin geliştirilmesinde çok istekli olmadığımızı uygun bir dille yansıttık. Aslında savaşmak istiyorduk. Ama gerçekleştirdiğimiz savaş planını iptal etmek zorunda kaldık. Karlar eridikten sonra o cephanemizi ve ağır silahlarımızı gidip o alanlardan tekrar geri çektik. (…) Eğer Önderliğin sözünü ettiğimiz çabaları olmasaydı, zaten 2012 yılı sonrası Türkiye büyük bir çatışma sürecine girecek ve son iki yıldaki seçimler süreci söz konusu olmayacaktı” (ANF’yle söyleşi, 17 Haziran 2015). Bir kere, sırf bu itirafa göre, Kandil aslında hep savaşmak niyetindeymiş. “Silâhları bırakma”yı da, “Türkiye’yi terk etme”yi de güya benimsediği halde bu yüzden uygulamamış. Tersine, 2012’den bu yana hepçatışmasızlıktan çıkmanın yeni bahanesini aramış. Hattâ çatışmanın bütün Türkiye’yi sarıp belki seçimleri yapılamaz kılmasını öngörmüş (ki bu, şimdi ne yapmak istediğine de bir parça ışık tutmakta). Bilvesile, “barış” sözcüğüne de sadece Duran Kalkan’ın yüz hatlarını andırırcasına buz gibi soğuk bir Makyavelist faydacılıkla başvurduğu ortaya çıkıyor.
(6) Sonuçta, PKK’nın aradığı fırsat tek değil zincirleme beş büyük olayla çıkageldi. (a) 2013 yılının Gezi ve 17-25 Aralık sarsıntıları; (b) Suriye krizinin derinleşmesi; (c) IŞİD’in yükselişi; (d) Kobani direnişi ve (e) 7 Haziran 2015 seçimleri, Kandil şahinlerince artık harekete geçme zamanının geldiği biçiminde yorumlandı.
(6a) Gezi gösterileri AKP’yi salladı, “diktatörlük” söylemini doğurdu ve hükümetin gözüktüğü kadar sağlam olmayabileceği izlenimini yaratarak (başka güçlerin yanı sıra) PKK’ya da umut verdi. Gülen Cemaatinin polis ve yargı içindeki uzantılarının hesabına yazılan, ama herhalde arkasında başka ve daha ciddî aktörlerin yer aldığı 17-25 Aralık “yolsuzluk” operasyonları depremi iyice şiddetlendirdi; “AKP gitti-gidiyor” umudunu doruğa çıkardı. Kandil’in, artık çok zayıf bir Erdoğan liderliğiyle yüzyüze bulunduğu izleniminin güçlenmesine yol açtı.
(6b) Suriye dağıldı, merkezî iktidar diye bir şey neredeyse kalmadı. Hemen bütün etnik-dinî gruplar ve silâhlı muhalefet örgütleri kendi egemenlik alanlarını kurmaya girişti. Suriye’nin kuzeyi ve Türkiye sınırı boyunca uzanan “Rojava” Kürt bölgesi açısından da bir özerkleşme olanağı doğdu. Bundan, PKK’nın Suriye uzantısı denebilecek PYD yararlandı. Silâhlı gücü sayesinde bir tür etnik temizlik yaptı: gerek Kürt olmayanları, gerekse kendinden farklı ve karşı gördüğü Kürtleri zorla göçürtüp bölgenin büyük kısmına el koydu. Bir dizi “kanton” yönetimi kurdu. PKK yönetiminde bu,“daha şimdiden Rojava’da bir toprağımız oldu” vizyonuna yol açtı.
(6c) Suriye’nin çözülmesi, IŞİD canavarını da doğurdu. Bir yandan Esad yönetiminin saldırıları, diğer yandan Batı’nın desteğini geri çekmesi arasında sıkışıp radikalleşen Sünnî muhalefetin en sert unsurları, IŞİD’e dönüştü. Tarihte pek çok örnekte görüldüğü gibi, IŞİD’in de şiddet yoluyla rakiplerini elimine edip toprak kazanmak ve kendi devletini kurmak için çevresindeki herkese vahşice saldırmaya başlaması, Suriye’deki bütün kuvvet dengelerini değiştirdi ve yeni bir mevzileniş yarattı. Bu çerçevede özellikle ABD, IŞİD’e karşı olabilecek bütün güçlere, bu çerçevede Kürtlere, PYD’ye ve dolayısıyla PKK’ya da farklı bir şekilde, potansiyel müttefik gözüyle ve daha fazla sempatiyle yaklaşmaya başladı.
(6d) Bu eğilim Kobani direnişiyle doruğa vardı. IŞİD 13 Eylül 2014’te Kobani kırsalındaki PYD köylerine karşı taarruza geçti. 2 Aralık’a kadar 350 köye hakim oldu ve Kobani merkezine ilerledi. Kentin düşmesi tehlikesine karşı çok geniş bir ittifak doğdu. IŞİD 26 Ocak 2015’te şehir merkezinden çekilmek zorunda kaldı ve 2 Şubat’a kadar 25 kilometre uzaklaşarak savunmaya geçti. Bu kuşatma ve direniş PKK’nın büyük puan toplamasına yol açtı. PYD ve dolayısıyla PKK, IŞİD’e karşı mücadelenin ön safına yerleşti. Kürt milliyetçiliği Kobani’ye odaklandı. Bazı yorumcuların İkinci Dünya Savaşı’ndaki Stalingrad muharebesiyle karşılaştırdığı bir efsane doğdu. Güneydoğu Anadolu’dan sayıları belki 8000’i bulan Kürt genci Kobani’de savaşmaya gitti. Onlara, 1930’ların İspanya ve 1940’ların Yunanistan iç savaşlarının günümüzdeki karşılığını bulduklarını düşünen çok sayıda MLKP ve DHKP-C militanı da katıldı. (Şimdi bunlar geri döndü ve PKK’nın silâhlı ilçe işgallerinde yer alıyor.)
Türkiye ise Kobani kuşatması ve direnişinde Kürtleri savunmak açısından yetersiz kaldı, çok puan kaybetti. Gerçi AK Parti iktidarı Kobani’den Türkiye’ye ve Türkiye’den Kobani’ye serbest geçişi korudu. Maddi destek verdi. Sığınma olanağı sağladı. Ama Kobani etrafında mevzilendirdiği büyük kuvvetler hep sınırın Türkiye tarafında kaldı. İlerleyen IŞİD güçlerine bir top ateşi dahi açmadı. O günlerde Türkiye bu savaşa girmek ve Kobane’yi kurtarmak zorunda (3-4 Ekim 2014) ve Zaman geçer, fırsat kaçar, Kobani’ye dönemezsin (10 Haziran 2015) yazılarımı yazdım. Bazı arkadaşlarım sınır ötesinde savaşa girmenin tamamen macera olduğu, Türkiye’nin asla bunu yapmaması ve Orta Doğu bataklığına saplanmaması gerektiği gerekçesiyle eleştirdi. Yanılan onlardı; kendi payıma, yüzde yüz haklı çıktığımı düşünüyorum. Bir kere, Suriye krizine bulaşmamak ve savaşa girmemek tasavvuru tam bir hayaldi. Bu hayalin derin ideolojik köklerini daha sonra Gürbüz Özaltınlı çok güzel eleştirdi (dipnot 1). Pratikte ise Türkiye eninde sonunda Batı koalisyonuna katılıp şu veya bu şekilde IŞİD’le savaşmaya başladı. Buna mecburdu, çünkü ikincisi, her politika sadece getirdikleri değil götürdükleriyle de birlikte düşünülmelidir. Daha net söylersek, “pasiflik, ihtiyat, geri durmak ve bulaşmamak” dahil her politikanın bir bedeli vardır ve bazen bu bedel, alelacele “macera” diye yaftalanan bazı basit adımların (meselâ tankları Kobani’nin iki yanından 5 kilometre içeri sokup IŞİD’e karşı bir savunma hattı kurmanın) maliyetinden çok daha yüksek olabilir.
Nitekim öyle oldu; Türkiye aylar boyu yavaş davrandığı için çok ağır bir bedel ödedi ve ödemeye devam ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir yanlış demecinin çarpıtılmasıyla birlikte, Türkiye’nin Kürtleri kırdırmak uğruna IŞİD saldırısını kasıtlı olarak seyretmekle yetindiği yorumu bu dönemde yaygınlaştı. Keza AK Parti bu dönemde IŞİD’le özdeşleştirildi; MİT TIR’ları Kobani’deki tutuma eklemlendi ve bu dezenformasyon Batı medyasında geniş yankı buldu. Başka bir deyişle, Batı’nın bazı kesimleri Türkiye’yi uzak, PKK-PYD’yi ise çok daha yakıngörmeye başladı. PKK liderliği de bunu kendine yordu; büyük bir tarihî fırsatın daha da belirginleşmesi gibi yorumladı.
(6e) Üzerine, 7 Haziran 2015 seçimleri geldi. Kamuoyunun o âna kadar Kürt milliyetçi hareketine oldukça uzak durmuş kesimleri, merkez medya dahil, tavır değiştirdi ve kampanyasını çok sert bir Erdoğan düşmanlığı üzerine kuran HDP’ye umut bağladı. Az çok yukarıdaki gerekçeleri, Demirtaş’ı destekleme malzemesi olarak kullandı. AKP’nin oyu yüzde 41’e düştü ve Meslis’teki salt çoğunluğunu kaybetti. Buna karşılık HDP 80 milletvekilliği kazandı. PKK bu gelişmenin HDP’yi özerkleştirmesi olasılığından çok da hoşlanmamış olabilir. Ama aşikâr ki AKP’yi eskisinden de zayıf, kendisini ise artık çok güçlü gördü. Zira HDP’ye verilen oyları bundan böyle ne yaparsa yapsın koruyacağı bir halk desteği gibi yorumladı.
(7) Özetle, PKK Temmuz 2015’teki savaş kararını bu şekilde aldı. Lütfen, artık bu noktada olsun birbirimize göz göre göre yalan söylemeyelim. Dolmabahçe mutabakatını öncelikle Erdoğan yıkmadı. Bu mutabakatın ellerini kollarını bağlayacağını düşünen Kandil ve Demirtaş, çok hızlı reaksiyon göstererek ilk karşı çıkanlar oldu. Erdoğan daha sonra onlara karşı tepkisel bir tavır aldı. Ama her halükârda, Dolmabahçe mutabakatının reddi bile çatışmasızlığı sona erdirme gerekçesi olamazdı.
Bu noktada, savaşı “yenilenecek seçimleri kazanmak gerekçesiyle Erdoğan çıkarmış” da değil. Ortada fol yok yumurta yokken, savaşı kasten, taammüden PKK çıkardı. Murat Karayılan’ın yukarıda aktardığım 17 Haziran ANF söyleşisi çok açık. Öcalan’a hayır diyemedikleri için istemeye istemeye girdikleri yeni ateşkes aşamasından çıkış bahanesini, onlara Suriye, Kobani ve 7 Haziran seçimleri sundu. Açıkçası, AK Parti’nin zaafı ve “tecrit edilmişliği”nden yararlanarak, Suriye sınırının kuzeyi ve güneyi boyunca uzanan bütün bir Kürt şeridini, Bakur ve Rojava’yı kapsayan bir teritoryalite üzerinde devletleşme hayaline kapıldılar. Ya da belki hep varolan bir tasavvuru bu vesileyle canlandırdılar. Hatırlayalım; TC henüz hiç savaşmıyorken, KCK önce bir “buralarda yeni baraja, yola, inşaata izin vermeyeceğiz, bundan böyle her şeye müdahele edeceğiz” deklarasyonu yayınladı. Ardından, yok kesmeye, şantiye basmaya ve TIR yakmaya girişti. Ardından, Bese Hozat “yeni devrimci halk savaşı” yazısını yazdı; sivil siyasetin yetersiz kaldığını (kalacağını), potansiyeli değerlendiremediğini (değerlendiremeyeceğini) savundu. Kastettiği, tam da, seksen milletvekilinin gerçekten pek işe yaramayacağı bu Türkiye dışı “Kürdistanî” projeydi. Onu da Cemil Bayık’ın “özsavunmaya hazırlık” çağrısı ve gene Bese Hozat’ın Pirsus (Suruç) katliamından AKP’yi sorumlu tutan yazısı izledi. Bütün bunlar 2015 Temmuz’unun ilk üç haftası boyunca gerçekleşti. 22’sinde de, PKK’nın bir hafta boyunca kabul edip sonra yakın zamana kadar boş yere sırtından atmaya çalıştığı Ceylanpınar cinayeti geldi.
Kendi payıma, 21-22 Temmuz dönemecini 2010-2011’de yazdıklarımla aynı çerçevede algıladım. En basit soru: PKK’nın istediği tam nedir? dedim (6 Ağustos 2015): “Sadece bir talepler platformu, lütfen. Bir de savaşla ilişkisi (yani neden bu hedeflere başka türlü varılamıyacağının, aksine savaşla varılabileceğinin gösterilmesi). Bu yapılsın, yeter. Her şeyi baştan düşüneceğim.” Bununla, PKK’nın aslında Türkiye’ye yönelik hiçbir hak ve özgürlük talebi olmadığını; zaten savaşın bu yolla haklı gösterilemiyeceğini, ama PKK’nın ortaya böyle bir platform dahi koymadığını; dolayısıyla işin dönüp dolaşıp toprak ve devlet talebine dayandığını vurgulamaya çalıştım. Esasen PKK önderlerinin 1-21 Temmuz arasındaki bütün savaş ilânı yazıları, bunu doğruluyordu.
Özellikle bu son noktayı, yani savaşı kimin, nasıl çıkardığını, AKP’yi ve Erdoğan’ı suçlamayı sürdüren bütün sol-liberal aydın arkadaşlarımla, uygun bir format ve forumda, yüzyüze, sâkin sâkin, belgeler temelinde tartışmaya hazırım. Belki bir dizi yazılı soru yöneltirim; bilmiyorum. Temmuz sonlarından bugüne ve Demirtaş’ın son çılgınlıklarına nasıl geldiğimizin öyküsüne ise gelecek sefer devam edeceğim.
NOTLAR
(1) Kötü muhalefet (28 Kasım 2015) yazısından aktarıyorum: “‘Cumhuriyet değerleri’ içinde endoktrine edilmiş kuşaklar için Ortadoğu sadece bir ‘bataklık’ da değildir. Daha doğrusu, bu kuşakların dilinde ‘bataklık’ metaforu; ‘içine gireni kötürüm yapan’ bir yutuculuğa gönderme yapmakla beraber, onu da aşan genel bir ‘gerilik, değersizlik, medeniyet dışılık’ anlatır. Yani, Kemalist modernist kafa Ortadoğu’ya baktığı zaman sadece ‘uzak durulması gereken bir tehlike’ değil; aynı zamanda ‘değersizlik’ bulur.
“Bu algıyı biraz kazıyıp kurcalasanız, elinize ırkçı/sekülerist takıntılar gelecektir. Arap ve Müslüman olmak, ‘Türk’ün Batıcı kimliğiyle’ kıyaslandığında geri ve medeniyetle sorunlu bir kimliğe karşılık gelir bu tasavvurda… Ve yine bu tasavvurda Ortadoğu’dan kopmak Osmanlı sonrası Cumhuriyet atılımının bir kazancıdır. Öyle tuhaf bir bakış vardır ki burada; olanca ‘rasyonalite’ iddiasına karşın, dünya enerji merkezinden emperyal güçlerce sökülüp atılmışlığına, ekonomik bir yükten başka bir şey olmayan Ege adalarını ‘Yunanistan’a kaptırdığı!’ kadar hayıflanmaz… ‘Ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü’ der, ‘medeni Ege’nin’ ufkuna mahzun melül dalar gider…”