Gökhan Özcan / Yeni Şafak
Göz özü görmüyor!
Bakışlarımızla sürekli çevremizi tarıyor, fiziksel varlığa sahip her şeyi görünümüyle birlikte tespit ediyoruz. Binalar, sokaklar, taşıtlar, eşyalar, insanlar, hayvanlar ve daha bir çok şey... Gözlerimizin ilk bakışta bize gösteremediği şey, bütün bunları birbirine bağlayan hikayeler, bağlar, ilişkiler... Ve hepsini bütünleyen asıl büyük hikaye... Görünümlerini tespit ettiğimiz şeylerin hayat için ne manaya geldiğini keşfetmek, bütün bu ‘varlık’ların hikmetine azıcık bile vâkıf olabilmek için gözlerimizin gördüğünden daha fazlasına ihtiyacımız var. Bunun için bakışımıza derunî bir boyut kazandırmamız gerekiyor ki, bu ne optik bir kabiliyettir ne gözlerimizin işidir.
“Alemin her bir zerresinde, elini hikmetin boynuna dolamış vaziyette bir kudret ve başını kudretin yastığına yaslamış vaziyette bir hikmet vardır. Bu dünyadakilerin çoğu kudreti görür ama hikmeti görenler azdır. Yüz bin kişi kudreti görür ama biri hikmeti görmez” diyor William Chittick ‘İlahî Aşk’ kitabında.
Günümüzde gerçeklik duyulara bağlı kalınarak, yani duyularla sınırlanarak tarif ve tahlil ediliyor. Gözün gördüğünün ötesi elbette yok sayılamıyor; bunun yerine bütün o sınırlanamaz dünya, yaşanmışlıklar üzerinden genelleniyor ve formüllere bağlanarak çeşitli teorik yargılara raptediliyor. Gün geçtikçe katılaşan, yapısı gereği statik, yenilenemediği için katılaşmaya mahkum bu teorik saptamaların, her an kendini yenileyen, her an yeni bir oluşla vücuda gelen hayatı ve insanı anlatması, ifade etmesi, derinliğine kavraması, açımlaması bekleniyor ki, bu elbette mümkün değil! Sonuç ne peki? Kendine yabancı insan! Kendi sığ döngüsünün dışına çıkamayan bir hayat!
“O kadar toz duman ki her taraf” diye söylendi kendi kendine, “Göz özü görmüyor!”
Herhangi bir kelimenin başına ‘yeni’ ifadesini koyduğumuzda zihinlerimizi -aslında belki de heva ve heveslerimizi demeliyiz- hemen kendine doğru çekiyor. ‘Yeni’ ifadesi adeta sihirli bir kelime gibi bugünün dünyası için... Çok üstünde duran da yok bu büyük illüzyonun... ‘Yeni’, en basit tarifle, eskinin yerine koyduğumuz şey demek olsa gerektir. Bilincinde olalım ya da olmayalım; eski olanı geride bırakmak üzere icat ediyoruz ‘yeni’ olan şeyleri ve beraberinde getirdiği anlayışları, kavrayışları, hissedişleri ve inanışları... Bu kaçınılmaz olarak şu demek; insanlığın kadim bilgisinin ve birikiminin hayatımızdaki kazanımlarını ardımıza atıyor; geçmişle, yani asırlar boyunca biriktirdiğimiz her şeyle, tecrübelerle berraklaşan idrakimizle, hayat bilgimizle, insana dair farkındalıklarımızla ve en önemlisi bizi hakikatle irtibatlı kılan inanışlarımızla bağımızı zayıflatmak, hatta belki koparmak pahasına; yeni olan, mecburen köksüz, mecburen türedi, mecburen zeminsiz ve bizi kaçınılmaz biçimde değiştirip dönüştüren ‘yeni’ şeylere kucak açıyoruz. Yeni olanın peşine takılan heveslerimiz bizi yeni bir hayata, yeni bir insana doğru sürükleyip götürüyor. Oysa hayat ve insan, kadim kavramlar, her birinin kendi hakikati var ve bu ‘zaman’a, yani ‘an’a manasını kazandıran şey... O mana ile irtibatımız koptuğunda köksüz kalıyoruz. Köksüzlükse, her esen rüzgarın oraya buraya savurduğu bir çalı gibi savunmasız ve çaresiz bırakıyor bizi.
Rene Guenon, ‘Modern Dünyanın Bunalımı’ isimli kitabında, bizim hatırımızda tutmakta çokça zorlandığımız kadim kaideyi aslî yerine iade ediyor: “Doğru bir düşünce ‘yeni’ olamaz; çünkü hakikat, insan aklının bir ürünü değildir. Hakikat bizden bağımsız olarak vardır ve biz onu sadece bilmek ve tanımak zorundayız”
Galiba bizim mahiyetini kavrayamadığımız şey, ancak kadim hakikatle irtibatını koruyanın aslî manada kendini tazeleyebileceğidir. Buna karşılık, hakikatle irtibatını yitirmiş bir ‹yenilik› arayışının, köksüzlüğe duçar ederek insana yolunu kaybettireceği aşikar olsa gerektir.
“Baktığının manasını göremeyenin” dedi meczup, “hem gözü yorulur, hem özü!”