Etyen Mahçupyan tarafından kaleme alınan ve bugün Karar gazetesinde “Ahmet Altan, Mehmet Altan ve Nazlı Ilıcak” başlığıyla yayımlanan yazıyı ilgilerinize sunuyoruz:
Darbe girişimi sonrasında FETÖ ile mücadelenin hukuk çerçevesi içinde yapıldığı ve Türkiye’de yargı bağımsızlığının olduğu, hükümet yetkilileri tarafından sıkça tekrarlanıyor. Ancak söz konusu hukuk düzeni öyle şekilde çalışmakta ve sonuçlar üretmekte ki, hukuktan anlaşılanın son derece yüzeysel ve şekilsel olduğu da ortada. Yasaların ve mahkemelerin varlığının kendiliğinden ‘hukuk’ devleti yaratabileceğini sanıyoruz. Ama denetlenemeyen bir yürütmenin HSK üzerindeki belirleyici gücünden, ya da OHAL sayesinde hukukun iç normlarına uygun düşmeyen KHK’ların çıkarılmasından ve bu KHK’lar sayesinde yargının keyfileşmesi ihtimalinden gocunmuyoruz.
Oysa ‘mücadele’ adına şu ana kadarki uygulamalar söz konusu keyfiliğin ‘hukuka’ sindiğini, adalet getirme kaygısından çok öte işlevler taşıyan bir yargı anlayışına doğru savrulduğumuzu ve asıl vahimi bunu kolayca içselleştirdiğimizi ortaya koyuyor.
***
Söz konusu uygulamalardan biri Ahmet Altan, Mehmet Altan ve Nazlı Ilıcak ile ilgili dosyalarda cisimleşiyor. Savcılık esas hakkındaki mütalaasında bu gazetecilerin TCK 309’dan cezalandırılmasını talep etmekte... Yani ‘anayasal düzeni değiştirerek laik demokratik cumhuriyet yerine teokratik bir düzen kurmaya teşebbüs etmekle’ suçlanıyorlar. Türkiye’nin yıllardır tanıdığı, ideolojik bakışını ve dine yaklaşımlarını bildiği bu kişilerin ‘teokratik’ bir düzen kurmak istediklerini iddia etmek zaten kendi başına yeterince mizahi bir durum oluşturuyor. Ama anlaşılan o ki savcılık makamının görüşü de epeyce net… Çünkü Altan kardeşler ve Ilıcak’ın FETÖ üyesi olmadıklarını belirtmekten imtina etmiyor. Ancak buna rağmen bir din devleti kurmak istediklerini öne sürebiliyor. İronik olan şu ki Türkiye’de ‘teokrasi’ arayan siyasi İslamcı azınlık Gülen’den ziyade Milli Görüş’ün çeperinde yer almakta…
Ancak gariplik bu noktada kalmayıp doğrudan hukuki çerçeveye de uzanıyor. Bilindiği üzere Yargıtay 16. Ceza Dairesi 17 Temmuz 2017 tarihli kararında suçun asli unsurunun ‘cebir ve şiddet’ olduğunu, buradaki cebrin ‘maddi’ cebir olması gerektiğini ve ayrıca bir fiilin söz konusu madde bağlamında suç teşkil etmesi için darbenin gerçekleşmesine ‘elverişli’ bir fiil olması gerektiğini belirtti. Kısacası suçun oluşması için darbeyi mümkün kılan ve maddi niteliği olan bir cebir eyleminin gerçekleşmesi lazım…
Peki, bu ‘zanlılar’ ne yapmış acaba? Yine iddianamelerden görüyoruz ki yazı yazmışlar ve televizyonda konuşmuşlar… Bu yazı ve konuşmaların bazılarında da Türkiye’nin iyiye gitmediğini söyleyerek, böyle bir durumda neler olabileceğini analiz etmişler. Türkiye gibi ordunun ideolojik referans olmaya devam ettiği, her on yılda bir darbe geçirmiş bir ülkede kötü yönetimin bazı darbe heveslilerini teşvik edeceğini de söylemişlerse eğer, herhalde bunu çok şaşırtıcı bulacak halimiz yok. Bugün bile birçok yorumcu benzer değerlendirmeler yapıyor ve demokrasi eşiğini geçemediği sürece bizim tür ülkelerde bu ihtimal her zaman Demokles kılıcı gibi tepemizde sallanmaya devam edecek.
Diğer deyişle bu üç gazeteci gerçekte kendi fikirlerini serdetmek ve hiçbir özgünlüğü olmayan ‘darbe ihtimali’ analizleri yapmak dışında bir fiilin parçası olmakla suçlanmıyorlar. Ne var ki aynı iddianameler yazı ve konuşmanın ‘maddi cebir’ olduğunu ima etmekle kalmıyor, o yazı ve konuşmaların darbeyi ‘elverişli’ hale getirdiğini ve de üstelik söz konusu darbenin ‘teokratik’ nitelikte olduğunu öne sürebiliyor…
***
Bizler de ‘burası hukuk devleti’ veya ‘bizde yargı bağımsızdır’ türünden klişeleri tekrarlayarak avunuyoruz. Maalesef öyle değil… Giderek yargının bağımsızlığı daralıyor ve hukuk devleti ilkelerine uymakta zorlanılıyor. FETÖ ile mücadele hukuki olmayan bir rasyonalitenin yörüngesine kayarken, Anayasa Mahkemesinin tutuksuz yargılanma lehine değerlendirmesi bile ‘siyasetle’ suçlanabiliyor. Demokrasi eşiğini bir türlü geçemiyoruz, bari hukuku saygı hak etmeyen bir noktaya taşımayalım.