Mehmet Acet’in Yeni Şafak’ta yayımlanan konuyla alakalı yazısı (25 Ocak 2020) şöyle:
Türkiye Libya’da ‘Anahtar’ Konumuna Nasıl Geldi?
Türkiye’nin Libya atağı, Akdeniz dengelerini yeni bir düzleme taşımış görünüyor.
İki yeni haber var.
Birincisi, Ortadoğu ve Körfez ülkeleri üzerine yaptıkları ‘özel haberlerle’ zaman zaman gündem belirleyen Middle East Eye kaynaklı.
Habere göre, Mısır’da darbeyle yönetime el koyan Abdülfettah Es Sisi, Libya’daki darbeci general Hafter’e kızdığı için, kendisiyle yapmayı planladığı bir toplantıyı iptal etti.
Middle East Eye sitesi, bu gelişmeyi yorumlarken, Sisi’nin Hafter’e olan desteğini geri çekebileceği görüşüne yer veriyor.
İkinci haber, Fransa merkezli “Africa Intelligence” kaynaklı ve bu habere göre de Hafter’in Libya’daki aktif destekçisi durumundaki Abu Dabi Veliaht Prensi Muhammed Bin Zayed, Libya dosyasından sorumlu danışmanını görevden aldı.
Bu haberler, darbeci general Hafter’in arkasındaki iki önemli aktör olan Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Libya özelinde saha da ve masada ortaya çıkan son gelişmeler üzerine açığa düştüğüne işaret ediyor olabilir.
Önce Moskova, ardından Berlin’de yapılan iki ayrı konferans, uluslararası aktörlerin Libya’da savaş değil, siyasi çözüm aradığına dair güçlü bir irade beyanını ortaya koydu.
Her iki zirvenin de Dubai ve Kahire’de hoşnutsuzlukla karşılandığı yukarıda aktardığımız haberlerden anlaşılabiliyor.
Meseleye Ankara üzerinden bir bakışla yaklaşıldığı takdirde ise, Türkiye’nin son 9 aylık bir takvime uzanan Libya atağını ‘maceracılık’ ve ‘yalnızlık’ tezleri üzerinden gören yorumların açığa düştüğü söylenebilir.
Bu 9 aylık takvimi üç kritik gelişme üzerinden ele alabiliriz.
1-Nisan ayında Hafter’in Birleşmiş Milletler tarafından tanınan Ulusal Mutabakat Hükümeti ile yapılan anlaşmayı tek taraflı olarak bozup Trablus’a doğru harekete geçmesi, Trablus yönetiminin Ankara’dan destek talebinde bulunması, Ankara’nın bu talebi karşılamasıyla Hafter’in durdurulması.
2-27 Kasım’da yapılan deniz sınırlarını yetkilendirme anlaşmasıyla Trablus’un Ankara için bir ‘milli mesele’ haline dönüşmesi ve Meclis’ten çıkarılan tezkere ile Libya’nın başkentinin korunması için güçlü bir kararlılık sergilenmesi.
3-Bu kararlılığı net bir şekilde ortaya koyduktan sonra meseleyi siyasi bir çözüm perspektifine taşıyıp, Moskova ve Berlin’deki arayışlara katkı verilmesi.
Gelinen nokta itibarıyla Hafter ve arkasındaki ülkelerin ‘fiyakasını bozan’, en azından frene basıp yeni durum değerlendirmesi yapmaya zorlayan bir Türkiye faktöründen söz edilebilir.
Sisi ve Muhammed Bin Zayed’i Hafter’e destek konusunu yeniden gözden geçirmeye zorlayan temel faktörü Moskova ve Berlin konferansı ile ortaya çıkan atmosferle ilişkilendirmek mümkün.
Ancak, bu tezin yanına ikinci bir ‘temel faktörü’ eklemek, konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olabilir.
Nedir bu?
Türkiye’nin Libya’daki fiili varlığının ürettiği ‘caydırıcılık’ etkisi.
Bu tezi kıymetlendirmek için Haziran 2019’a kadar geri gitmemiz gerekiyor.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan G-20 zirvesi için gittiği Osaka’da, Türk heyetinin önüne, hiç hesapta yokken bir Libya gündemi gelmişti.
Trablus’u Türkiye’nin sağladığı yardımlar nedeniyle ele geçiremeyen Hafter, sözcüsü üzerinden Türkiye karşıtı zehir zemberek bir açıklama yapmış, Libya’daki Türk varlığının bütün unsurlarıyla hedef haline getirileceğini duyurmuştu.
Açıklamanın hemen üstüne Libya’da yaşayan, Türkiye Cumhuriyeti pasaportu taşıyan bir grup gözaltına alınmıştı.
Bunun üzerine Japonya’dan Ankara adına bir açıklama yapılmış ve gözaltına alınan Türklerin salıverilmemesi halinde Hafter’in ‘meşru hedef’ haline geleceği dile getirilmişti.
Hemen akabinde, bu açıklamanın etkisiyle gözaltına alınan Türkler serbest bırakılmıştı.
Japonya’da böyle bir kriz patlak verince, ilgili isimlere, “Gerekmesi halinde nasıl bir cevap verilecekti” diye sormuştuk.
Muhataplarımızdan “Gidip vuracaktık” yanıtı gelmişti.
Sorunun arkasını “Peki bu nasıl olacaktı” diye getirince şöyle bir karşılık gelmişti?
“İzmir’den kalkan savaş uçakları, uluslararası hava sahasını kullanarak, yani herhangi bir ülkenin hava sahasına ihtiyaç duymadan gidip belirlenen hedefleri vurup geri gelebilir.”
Haziran sonunda dillendirilen bu görüşlerin bugün için de geçerliliğini korumadığını söylemek mümkün değil.
Yani Libya’daki Türk varlığının doğrudan hedef olması demek, Türkiye’nin meşru cevap hakkını kullanmasının önünü açabilecektir.
Şöyle diyebiliriz:
Haziran sonunda Ankara’nın mesajını aldığını, gözaltına alınan Türk vatandaşlarını hemen serbest bırakarak gösteren Hafter, bugünkü şartlarda da Libya’daki Türk varlığının hedef haline gelmesinin ne tür maliyetler üreteceğinin farkında olmalı.
Kahire ve Dubai’nin kendisine karşı öfkesinin arkasında biraz da böyle şeyler aranabilir.