Türkiye Ortadoğu politikasından, BAE İhvanofobi bayraktarlığından vazgeçer mi?

BAE-Türkiye ilişkilerinde yaşanan normalleşme birçok kişi-kesimin gündeminde olmaya devam ediyor. Konuyu Yeni Şafak’taki köşesinde gündemine alan Yasin Aktay bu bağlamda biraz tartışmalı cümlelere kapı aralamış.

HAŞİM AY / HAKSÖZ-HABER

Yasin Aktay, BAE ile ilişkilerde yaşanan normalleşmeyi (birilerine göre) Türkiye’nin değerler temelli (onların deyimiyle “maceracı”) dış politikadan vazgeçişi olarak yorumlamak isteyenlere güzel itirazlarda bulunmuş. Meselenin aslının bunların lanse ettiği gibi olmadığını, Türkiye’nin dış politikada despotları rahatsız eden Müslüman halkların adalet ve özgürlük taleplerini dillendirme öncelikli siyasetinde bir değişiklik olmadığını vurgulamış. Tersini bekleyenlerin beklentilerinin beyhude olduğunun altını çizmiş. Umalım da öyle olsun!

Ancak Yasin Aktay, BAE-Türkiye ilişkilerindeki yakınlaşmayı değerlendirdiği yazısında “Arap Baharı sürecinden itibaren özellikle Ortadoğu’da Türkiye’nin ayak bastığı her yerde karşısına BAE çıkıyordu. Tabii tersi de doğru BAE’nin ayak müdahil olup kendi siyasetini güttüğü birçok yerde de aynı şekilde karşısına Türkiye çıkıyordu. Buzları bu kadar hızlı eriten nasıl bir uluslararası hararet yaşandı da Prens’i Türkiye’ye kadar getirdi?” demiş ve gelinen noktanın bu bağlamda önemini belirtmiş.  Bu cümlenin tartışmaya açık olduğu kanaatindeyiz. Şöyle ki; BAE-Türkiye ilişkilerindeki yumuşamanın her iki ülkenin dış politikasında, özellikle de Ortadoğu politikasında uzlaşma sonucunu doğurması şimdilik mümkün görünmüyor. En azından BAE despotizmi ayakta tuttukça, halk iradesine karşı darbeciliği destekledikçe ve darbecileri finanse ettikçe, İhvanofobinin bayraktarlığını yaptıkça bu zor görünüyor. Aktay’ın bu cümleleri bu nedenle “Peki, BAE ile Türkiye Ortadoğu politikasında birbirlerinin ayağına basmaya son mu verecekler?” sorusunu akla getiriyor ki Türkiye'nin kendisinin deyimiyle "değer bazlı" dış politikasından, mesela İhvan'a destekten, Müslüman halkların adalet ve özgürlük taleplerinin arkasında durmaktan vazgeçmemesi için BAE ile Ortadoğu politikasında birbirinin ayağına basmaya devam etmesi gerekecektir! 

Peki, bu yakınlaşmayla BAE-Türkiye Ortadoğu politikasında birbirlerinin ayağına basmaya bir son mu verecekler? Türkiye’nin müslüman halkların ve sosyal-siyasal alanda bunların en tabi temsilcisi pozisyonundaki İslami oluşumların adalet ve özgürlük taleplerini önceleyen Ortadoğu siyaseti ile despotizmi ve despotları ayakta tutmaya azmeden BAE’nin Ortadoğu siyaseti nasıl bir olabilir ki? İhvanofobinin bayraktarı BAE’nin İslami hareket düşmanlığına son vermesi beklenebilir mi? BAE’nin İhvanofobiden vazgeçme, İslami hareket düşmanlığını terk etmesi de Türkiye’nin de (en azından mevcut iktidar düzeyinde) İhvan özelinde Ortadoğu’da İslami hareket düşmanlığına soyunması zor görünüyor.

Dolayısıyla iki ülke arasındaki bu yakınlaşmanın dış politikaya yansımasını beklemek şimdilik gerçekçi görünmüyor. Hoş, İhvanofobi denilince bunun sancaktarlığını yapan BAE ile dış politikamız aynı olmasın da zaten! Mümkünse ilişkide elimiz güçlendiği oranda onu İhvan düşmanlığından, despotizmin finansörlüğünden ve Mısır’da olduğu gibi Müslümanlar üzerindeki baskıların kaldırılması çalışmalarına teşvik edici bir vizyonumuz olsun!

Evet, BAE ile Türkiye arasında yaşanan yakınlaşma hayırlıdır, sevindiricidir. Özellikle de teknoloji transferi ve ekonomik alanda her iki ülkeye ve kardeş halklara olumlu katkıları olacaktır. Mehmet Ali Öztürk örneğinde olduğu gibi kısa vadede hayırlı getirileri de olmuştur. Ama gerçeklikten kopmamak, abartmamak lazım değil mi?

***

Yasin Aktay’ın Yeni Şafak’taki köşesinde yayımlanan bahse konu yazısının (1 Aralık 2021) tam metni:

BAE İLE YENİ İLİŞKİNİN ADINI KOYMAK

Birleşik Arap Emirlikleri ile son zamanlarda yaşanan ve en son geçtiğimiz hafta Abu Dabi Veliaht Prensi Muhammed Bin Zayed En-Nahyan’ın Türkiye ziyareti ile önemli bir aşamaya gelen yeni ilişki faslının adını doğru koymak gerekiyor. Bu faslın en az on yıl süren ve neredeyse birçok cephede karşı karşıya kalınan bir husumetin ardından gelmiş olmasının elbette bir muhasebesi olmalı.

Öyle ya, Arap Baharı sürecinden itibaren özellikle Ortadoğu’da Türkiye’nin ayak bastığı her yerde karşısına

BAE çıkıyordu. Tabii tersi de doğru BAE’nin ayak müdahil olup kendi siyasetini güttüğü birçok yerde de aynı şekilde karşısına Türkiye çıkıyordu. Buzları bu kadar hızlı eriten nasıl bir uluslararası hararet yaşandı da Prens’i Türkiye’ye kadar getirdi?

Evet tam da buradan başlamak, yani aslında bu yakınlaşma görüntüsünün ilk göze çarpan yanı bu. Türkiye’ye bizzat kendisi gelen, öncesinde kardeşi Tahnun bin Nahyan’ı göndermiş olan Muhammed bin Zayed’tir.

Buna mukabil sanki bunca soğuk savaş ilişkisinin ardından yaşanan bu yakınlaşmada Türkiye’nin bütün iddialarından vazgeçmiş olduğu ve kendi duruşundan büyük tavizler vermiş olduğu yönünde bir homurdanma yaşandı. Bu homurtuların üstelik yıllardır Türkiye’yi herkesle kavgalı hale getirdiğini söyleyenlerden gelmesi çok manidar. Aslında söylediklerinde gerçekten samimi iseler gelişme tam da istedikleri gibi olmalı. Belki bu gelişme üzerine, “bizim dediğimiz noktaya gelindi, geç bile kalındı” demeleri beklenirdi. Elbette geç kalınmış bir durum da yok, onların dediği de tam bu değildir. Ancak mevcut durumu isterlerse siyaseten böyle değerlendirme fırsatları da vardı ve buna rağbet etmediler, çünkü bu taktirde hükümetin şu anda en azından bir şeyi doğru yapıyor olduğunu “ikrar” riski var kendileri açısından.

Doğrusu Türkiye’nin BAE ile son zamanlarda yeni bir sayfa açmış olması ne eski siyasetinden ne de şimdiye kadar takip ettiği değer-bazlı ilkesel siyasetinden vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Zaten böyle bir yakınlaşma veya husumet arasında başka alternatifler de yok değildir.

Yeni yakınlaşma sürecinde asıl inisiyatifin BAE tarafından geldiğini öncelikle bir kenara not etmeli. Bu inisiyatif veya talebin karşısında Türkiye’den hiçbir ilkesel duruşu üzerine bir pazarlık faslı açılmış olmadığını da. Zaten böyle bir pazarlık faslının açılmasına Türkiye’nin hiçbir şekilde razı olması sözkonusu değil.

Bu iki noktayı not ettikten sonra Türkiye’nin Ortadoğu’da on yıldır tıkanmış olan siyasi süreci açabilmek ve ülkeler arasında yeni diyalog kanalları açabilmek adına böyle bir talebi reddetmesi elbette düşünülemezdi. Zaten şimdiye kadar BAE ve Türkiye hangi cephede karşı karşıya kaldıysa Türkiye’nin dediği olmuştur. Katar, Libya, Suriye, Somali ve tabii ki bizzat Türkiye’nin iç meselelerinde. Dolayısıyla olayda Türkiye’nin BAE’ye boyun eğmesi diye bir durum sözkonusu değil, olamaz.

Siyaset tabiatı itibariyle insanın bu dünyada değişim arayışıdır. Dünyaya müdahale ederek belli bir hedef, ilke, değer doğrultusunda değiştirmeye çalışmak. Bu amaçla insanları ikna ederek değiştirmeye çalışmak, dünyayı imar ederek değiştirmeye çalışmak. Dolayısıyla özü itibariyle değişimin aktörü olmak. Ama değiştirmeye çalışmanın kaçınılmaz bir etkisi de kendisi bir değişime uğramaktır. Sadece değiştirerek varolan, değişimden kendine hiçbir şey değdirmeden bu hayatı tamamlamış bir fani yoktur, olmaz. İnsanı bir siyasi varlık (homo-academicus) olarak tanımlayan filozoflar bu insani gerçekliği hesaba katarak bu mülahazalara varıyorlar.

Özellikle uluslararası ilişkilerde bu değişimin dalgaları gerek ilkelerinizi daha iyi savunabilmeniz için gerekse de genel çıkarlar için farklı fırsatlar doğurabilir. Siyaset bu fırsatları da iddialarınızı kaybetmeden değerlendirebilme yeteneğinin ölçüldüğü, değerlendirildiği ve paha biçildiği bir alandır.

BAE ile Türkiye arasındaki on yıllık, tabiri caizse, adı konulmamış soğuk savaşın bir şekilde bitirilmesinin hem Türkiye için hem İslam dünyası için hem de BAE için yeni açılım fırsatları oluşturma ihtimali vardır. Daha iyi, daha adil bir dünya için, özellikle onurları mutad olarak çiğnenen, özgürlükleri kısıtlanan ve kanları dökülen Müslümanlar için daha onurlu, daha özgür bir dünya arayışının sorumluluğunu hatırlatmak lazım. Bunun için Türkiye’nin kendi ilkelerinden ve duruşundan vazgeçmesi hiçbir şekilde gerekmiyor.

Ülkeler arasında savaşların ve düşmanlıkların bile kıyamete kadar sürmesi gerekmiyor. Esasen savaşlar geçici, aslolan barışın tesis edilmesi ve barış ortamının sürdürülmesidir.

Türkiye’nin BAE ile ortak çıkarlar temelinde on yıl sonra yeniden bir araya gelmesi ise şimdiye kadar sürdürdüğü değerler siyasetinin boş olduğunu anlamış olması olarak görmek de şimdiye kadar değerler siyasetinden tahsil ettiği büyük manevi kazançların kaynağını görmezden gelmeyi gerektirir.

Türkiye şimdiye kadar değerlerle çıkarları birbirinin tamamen karşısına koyan uluslararası ilişkiler düzenine alternatif bir denklem ortaya koyduğu için bir fark yapabildi.

Değerler adına ortaya koyduğunuz siyaset de kaçınılmaz olarak kaybettirir diye bir şey yok. Değerler bir ülkenin duruşuyla, varoluşuyla özdeşleştiğinde onların oluşturduğu ayrı bir değer de var ve bu değer “çıkar” denilen şeyi de intaç eder.

Yorum Analiz Haberleri

Yapay zeka statükocu mu?: ChatGPT'de cevaplar neye göre değişiyor?
Devrim ile derinleşen kardeşlik: Suriye & Türkiye
Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm