Taha Kılınç’ın Yeni Şafak gazetesinde yayımlanan yazısı (13 Kasım 2021) şöyle:
Neden şimdi?
Geçtiğimiz salı günü –9 Kasım– Suriye’nin başkenti Şam’dan gelen bir haber, yaygın bir şaşkınlığa sebep oldu. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zâyid, Beşşar Esed tarafından başkanlık sarayında kabul edildi. Hatta hızını alamayan ikili, kameraların önünde sıcak biçimde birbirlerine sarılarak, muhabbetlerini de izhar ettiler. Suriyeli muhalifler cephesinde büyük kızgınlık meydana getiren kabul, şu sorunun da sorulmasına yol açtı: BAE, ne oldu da Şam’la ilişkilerini bu seviyeye taşımaya karar verdi? Neden şimdi?
Aslında BAE-Suriye ilişkileri, bir günde bu noktaya gelmiş değil. 2011’deki halk ayaklanmasının başlangıcından bu yana, BAE, diğer Arap ve Müslüman ülkelere kıyasla hep daha farklı bir noktada durdu. Bu süreçte yaşanan belli-başlı gelişmeleri hatırlayacak olursak, karşımıza çıkan kronoloji özetle şöyle:
İKİLİ İLİŞKİLERİN SEYRİ
Sivil halkın özgürlük talebiyle ve barışçıl gösteriler yoluyla Suriye’nin çeşitli şehirlerinde meydanları doldurması üzerine, Baas rejimi bu kalabalıkları silahla ve gerçek mermiyle dağıtma yoluna gitmişti malum. Suriye hadiselerinin silahlı bir kalkışmaya dönüşmesi ise, ilk protesto gösterilerinden yaklaşık 6 ay sonraydı. Bölgenin çetin ceviz bazı devlet başkanlarının koltuklarını bırakması, Suriye halkında da kendi ülkelerine dair böyle bir beklenti doğurmuştu. Bu dönemde, BAE, rejimle halk arasında bir yerde mevzilendi. Rejime yönelik eleştirilerini sürdürürken, hiçbir zaman Suriye içindeki silahlı muhalif grupları desteklemedi.
2014 sonrasında, Suriye’deki “DAEŞ” varlığı bahane edilerek ABD öncülüğünde oluşturulan uluslararası koalisyona aktif şekilde destek veren BAE, bundan sonraki bütün siyasi oyununu, Türkiye’nin Suriye’de hiçbir şekilde etkinlik kazanmaması hedefi üzerine kurdu. Suriye’deki PKK bağlantılı gruplara verilen destekler de yine aynı sebepleydi.
2018’de, BAE yetkilileri, takip ettikleri siyaseti çok açık biçimde dünyaya duyurdu: “Suriye krizinde bizim pozisyonumuz çok net. Beşşar Esed’i veya muhalifleri desteklemek gibi bir ikilemle karşı karşıyaydık. Muhaliflerin içinde cihatçılar ve teröristler doluydu. Bu sebeple, arada durarak, siyasi bir çözüm peşinde koştuk.” Aynı yılın sonunda, BAE Şam’daki büyükelçiliğini yeniden faaliyete geçirdi. Hemen ardından iki ülke arasında sivil uçuşların da başlayacağı açıklandı. Ertesi yıl, BAE’nin Şam’daki büyükelçisi, “Beşşar Esed’in bilgece yönetimi”ne övgüler yağdırıyordu.
Tüm bunları, pandemi döneminde BAE tarafından Suriye’ye gönderilen ekonomik ve tıbbî yardımlar izledi. Ve nihayet, BAE Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zâyid’le Beşşar Esed’in Şam’daki kucaklaşması, döngüyü tamamladı.
DÖNÜM NOKTASI İHVÂN İKTİDARI
Arap Baharı adı verilen bölgesel türbülans sürecinde BAE yönetimini esas olarak alarma geçiren en önemli gelişme, Mısır’da Müslüman Kardeşler Teşkilâtı’nın (kısaca: İhvân) iktidara gelmesi oldu. Sandık yoluyla yönetimin değişmesi usulünün genel bir örnek olacağı korkusu, BAE ve Suudi Arabistan’ı, Ortadoğu’nun her noktasında “Siyasal İslâm” adlı bir heyula ile savaşmaya itti. Binlerce İhvân mensubu veya sempatizanı bu çerçevede tutuklanırken, medya ve din adamları eliyle “Siyasal İslâm”ın zihinlerde de mahkûm edilmesi için düğmeye basıldı. Bu politika, bölge çapında hâlâ yoğun biçimde devam ettiriliyor.
BAE, Türkiye’yi de sözünü ettiğim sürece dâhil etmesine rağmen, son aylarda iki ülke arasında bazı yumuşamalar görülüyor. BAE’nin, Türkiye ile “yeni köprüler” kurmak suretiyle Ankara’yı bölgede kuşatmayı ve hareketlerini kısıtlamayı hedeflediği söylenebilir. Aynı strateji, Suriye için de geçerli. BAE yetkilileri, Şam’la son dönemdeki aşırı yakınlaşmayı “İran’ın etkisini kırmak ve Suriye’yi yeniden Arap cephesine döndürmek”le açıklamaya çalışsa da, BAE-Tahran ilişkileri de gittikçe ivme kazanıyor. Nitekim BAE Dışişleri Bakanı, Şam’dan sonra soluğu Tahran’da aldı. İranlı yetkililer, BAE’nin “bölgesel işbirliğinde attığı pozitif adımlar”ı öve öve bitiremediler.
Hepsinin üstüne, BAE yönetiminin İsrail’le çok yakın ve artık stratejik düzeye ulaşan ilişkilerini eklediğimizde, manzara daha da ilginç hale geliyor.
“Bu karmaşadan İslâm dünyasının lehine bir netice çıkar mı?” derseniz, herhalde bu sorunun tek cevabı var: BAE, şimdiye kadar kendi lobicilik faaliyetleri olarak tasarladığı temasları, İslâm dünyasının lehine kullanmak isterse… Bunun mümkün olup olmadığına ise, kıymetli okurlarımız kendi ferasetleriyle karar versin.